29 Mayıs 2012 Salı

"KUR'ÂN-I KERİM HATMİ" VİDEOLARI MEHMET EMİN AY



1.cüz
2.cüz
3.cüz
4.cüz

5.cüz

6.cüz
7.cüz
8.cüz

9.cüz
10.cüz
11.cüz
12.cüz

13.cüz

14.cüz

15.cüz

16.cüz

17.cüz

18.cüz

19.cüz

20.cüz

21.cüz

22.cüz

23.cüz

24.cüz

25.cüz

26.cüz

27.cüz

28.cüz

29.cüz

30.cüz

23 Mayıs 2012 Çarşamba

REGÂİB GECESİ




İslam âleminde “Üç Aylar” diye bilinen ve özel bir değer verilen, rahmeti, feyzi ve bereketi bol olan Receb Ayı ile başlayıp, Şaban Ayı ile süren ve Ramazan Ayı ile son bulan huzur ve maneviyat mevsimine, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ile bir kez daha girmiş bulunuyoruz Receb ayının ilk Cuma gecesi REGAİB gecesidir 

Sen O’na değer ver ki, Allah Teâlâ da sana kıymet versin… 

Bu mübarek geceye adını veren “Regaib” kelimesi Arapçada: “Bahâsı ağır şey” veyâhut da: “Bol atâ” mânasına gelen “Regîbe”nin cem’i (çokluk şekli)dir Şu hâlde Regaib gecesi: “Cenab-ı Hakk’ın in’âm hazînesinden bahâsı ağır şeylere veyâ bol atıyyelere nâil olma gecesi” demek olur Bu gece, rağbet bulmuş, pek mübarek, pek kıymetli bir gecedirCenab-ı Hakk’ın kıymet ve değer verdiğine önem vermekle, kişi de kıymet ve değer bulur Sen O’na değer ver ki, Allah Teâlâ da sana kıymet versin… 

Müslümanlar için çok kıymetli olan bu geceyi ve mübarek üç ayları uyanık bir şekilde geçirmeliyiz Günahlarımıza, yanlış tutum ve davranışlarımıza tevbe etmeli, hatalı yolda isek hemen dönmeliyiz Yüce Rabbımıza karşı eksik olan kulluğumuzu tamamlamaya çalışmalıyız 

Kur’an-ı Kerim’in; “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır ” (Necm Sûresi: 39) 

“Erkek veya kadın kim mü’min olarak iyi amel işlerse onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız ve onların mükafatlarını yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz” (Nahl Sûresi: 97) beyanları, maddi ve manevi yönden ilerlemenin ve her alanda var olma yolunun çalışmak ve emek sarf etmekten geçtiğini, hayatın güzelleşmesinin iman ve çalışma ile mümkün olacağına işaret etmektedir 

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: 

* Receb, Allahü teâlânın ayıdır Receb ayına ikrâm edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ, dünyâda ve âhırette ikrâm eder 

* Bu geceyi ihyâ edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ kabr azâbı yapmaz Duâlarını kabul eder Yalnız, 7 kimseyi af etmez ve duâlarını kabul etmez: Fâiz alan veyâ veren, Müslümanları aşağı gören, anasına, babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk, İslam'ın emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı sanat edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar (Bunlar, bu günahlardan vazgeçmedikçe, tövbe etmedikçe, duâları kabul olmaz) 

Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" Efendimiz, Receb ayındaki ibâdetlerin fazîletini anlatıyordu Yaşlı bir zât, "Yâ Resûl! Receb ayının tamamını oruçlu olarak geçirmeye gücüm yetmez" deyince, Peygamber Efendimiz buyurdu ki: 

* Sen Receb ayının birinci, onbeşinci ve sonuncu günleri oruç tut! Hepsini tutmuş sevâbına kavuşursun 

Bu mübarek gecenin hepimiz, milletimiz ve bütün İslâm alemi için maddî ve manevî hayırlara, bereketlere ve afv-ü mağfirete nail olmamıza vesile olmasını Cenab-ı Hakk'dan niyaz ederiz Ve bilhassa idrak ettiğimiz bu mübarek gecenin; çağın getirdiği sıkıntılarla bunalan ruhlara, manevi hayatın ihmaliyle daralan kalplere, ümitsiz, karamsar, günleri gafletle geçen kimselere gerçek manada maddi ve manevi bir kandil olması için dua ve niyaz ediyoruz 

Allah cümlemizin yar ve yardımcı olsun Duaları ile emanet edilecek yegane sahibimize yani Yüce Rabbi Rahmana emanet olunuz 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kur'an





Kuran sözcüğü Arapça'da QRE (kare'e/okudu) sözcüğünün sülasi (üç harfli ) mastarıdır. Kuran “okunan şey “veya “ okumak", Kerîm ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelen Arapça kökenli bir kelimedir. [2] İslam'a göre Allah, Kuran'ı “Kitap” olarak adlandırmak suretiyle, daha en baştan itibaren bu metnin yazılı kitap haline getirilmesinin önemine işaret etmiştir.[3]


"Kuran" kelimesinin Kuran'da kullanılması


İslâm'ın kutsal kitabının özel adı olan Kuran kelimesi, 58 ayette geçer. Ayrıca "kur'an" "okunan, okuyuş, okuma" "ekli, katlı, derli" anlamında özel ad olmayarak 12 ayette (Yusuf Suresi 12/2, Rad Suresi 13/31, İsra Suresi 17/106, Taha Suresi 20/113, Zümer Suresi 39/28, Fussilet Suresi 41/3,44;Şura Suresi 42/7, Zuhruf Suresi 43/3, Cin Suresi 72/1, Kıyame Suresi 75/17,18) geçer. "Biz onu, akıl etmeniz için Arapça okunuşla indirdik" (Yusuf Suresi, 12/2). "Kuranı okuyacağında kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın." (Nahl Suresi, 16/98). "Kuran okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız" (A'râf Suresi, 7/204). "Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. " (İsrâ Suresi, 17/9). "Kuran'dan indirir olduklarımız, inananlara şifa ve rahmettir..." (İsrâ Suresi, 17/82).
Birçok âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kuran anlamında kullanıldığı görülür: "Elif. Lâm. Mîm. İşbu içinde kuşku olmayan kitap’tır, takva sahipleri için bir yol göstericidir" (Bakara, 2/1,2).
Çeşitli ayetlerde Kuran için başka isimler de kullanılmıştır: el-Furkân (Furkân Suresi, 25/1), ez-Zikr (Hicr Suresi, 15/9), en-Nûr (Nisâ Suresi, 4/174), er-Rûh (Şûrâ Suresi, 42/52) vb.

Tarihçe [değiştir]

Mekke dönemi
Kuran yazılışı yaklaşık 23 yılda tamamlanmıştır. 13 yıl kadar süren Mekke döneminde indiğine inanılan ayet ve sureler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar; Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve 'Ahiret günü'ne iman gibi. Müslümanlar tarafından Âdem'den beri geldiğine inanılan tevhit inancı işlenir. Allah ile eşit güçte bir varlığın olduğu görüşü bu bölümde reddedilir.
Mekke döneminde Kuran'a, Kuran'ın Âdem'den itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğu ibaresi eklendi: "O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı)." (Şura, 42/13) [4]


Medine dönemi 
Medine'de yazılan âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları (şeriat)yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, anlaşmalar, barış ve savaş durumları bu ayetlerde açıklanır. M.S. 622 tarihinden itibaren bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti, Muhammed yönetiminde, Medine'de oluşmuştu. İslam inanışına göre Allah hafiften ağıra doğru hükümler göndermiş, Muhammed ve arkadaşları bunları geciktirmeksizin uygulamaya geçirmiştir. İslam inanışında bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanın alınması, kötü ve zararlı olanın kaldırılmasıdır. İslam inancında yükümlülükler birden ayrıntılarıyla gelmemiş, zamanla (23 yılda) tamamlanmıştır.[5] Kuran ayetlerinin Müslüman toplumunda yaşanan olaylar üzerine ihtiyaç sırasında geldiğine ve toplumda gerekli etkiyi gösterdiğine inanılır. İslami literatürde esbab-ı nüzul Kuran tefsirlerinde önemli bir yer tutar.


Kuran'ın yazılması, vahiy kâtipliği ve toplanması 


12. yüzyıldan kalma bir Endülüs Kuran'ı
Kuran vahiy kâtipleri tarafından yazılarak kayıt altına alınıyordu. Vahiy kâtipleri sayıları zamanla değişmekte olan kişilerden oluşuyordu. Enes bin Malik bunlardan birisini şöyle anlatıyor:”Bir adam vardı. Neccaroğullarından, Hristiyan'dı, Müslüman olmuştu. Bakara ve Ali İmran surelerini okumuştu. Peygambere de vahiy yazıyordu. Sonra, yeniden Hristiyan oldu ve kaçıp Hristiyanlara katıldı. 'Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez,' demeye başladı." [6] Kuran'ın, bizzat vahiy meleği ve Muhammed'in birbirlerine karşılıklı okumaları ve sahabilerin ezberlemesiyle korunduğuna inanılır. Vahyin Muhammed'in ölümüne kadar devam etmesi sebebiyle Muhammed'in sağlığı sırasında Kuran’ın kitapta toplanmasına imkân yoktu. Vahyin Muhammed'in ölümünden iki gün öncesine kadar devam ettiğine inanılır. Kuran sureleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde yazıldı. Mekke’de yazılanlar "Mekkî", Medine'de yazılanlar "Medenî" olarak adlandırılır.




Ebubekir dönemi ve İmam Mushaf 
Muhammed'in ölümünü takip eden Yemâme savaşlarında 70 kadar hafızın ölmesi üzerine Ashabdan Ömer’in hafızların toplanması için dönemin halifesi Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istediği, bunun üzerine Ebu Bekirin, Zeyd bin Sâbit başkanlığında aralarında Abdullah bin Zübeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Haris bin Hişam'ın da bulunduğu bir komisyon kurarak Kur’an sahifeleri bir araya getirildiği iddia edilir. Halife Ebubekir zamanında Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı Kuran metni olan herkesin bu metinleri getirmesini, ayrıca metinleri bizzat Muhammed'den duyduklarına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istedi. Osman toplanan bu kurula "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi. Zeyd bin Sâbitin ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Ayrıca bazı sahabelerin bu mushaftan farklı özel Mushafları olduğu bilinir. Bu Mushaflar halife Osman zamanında yakılmışlardır. Abdullah bin Mesûd'un teklifiyle "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır.


Mushaf 
Kuran'ın bugünkü haliyle kitap halinde toplanılmış şekline "Mushaf" denir. Mushaf, "sayfalar haline getirilmiş" ya da "iki kapak arasındaki sayfalar" anlamına gelir[7] ve S-H-F (sahife) kökünden gelir. Kur’an Peygamberin ölümü ile tamamlandığından kendisi hayatta iken toplanmamış, ezberlenerek muhafaza edilmiştir. Kuran ayetleri ilk zamanlar vahiy kâtipleri tarafından papirüs, deri ve kemik üzerine yazılarak saklanırdı. [8] Halife Osman tarafından toplanan bir heyet, sureleri peygamberin sağlığında dizdiği sıra ile toplamış, Kuran'dan olmayan dipnot ve tefsir notlarını imha etmiştir. Bu dizilişe göre Kuran 114 bölümden (sure) oluşur. Sureler genellikle içerdiği konulardan birine verilen Arapça isimlerle anılırlar. Sureler kronolojik bir sırada (yazılış sırasına göre) düzenlenmemiştirler. Müslümanlar Kuran'ın sıralanışının da mucizevî olduğuna inanırlar.[9]


Bilinen en eski Kuran mushafı, Taşkent, Özbekistan
Kuran'ın bugünkü dizilişi ile mushaflaşması Halife Osman zamanında gerçekleşmiştir. Bilinen en eski Kuran Mushafı (M.S. 9 yy) [10] Özbekistan'ın Taşkent şehrindeki bir müzede sergilenen üçüncü Halife Osman Mushafı dır. Beş kopya halinde çoğaltılıp çeşitli İslam şehirlerine gönderilen orijinallerden biri de Topkapı Müzesi'nde sergilenmektedir.[11] Komünizm döneminde Semerkant'tan zorla alınarak St. Petersburg'da sergilenmiş, sergilenmesi için Başkortostan'a gönderilmiş, 1924 yılında geri verilmiştir. Bazı sayfaları 2000 ve 2003 yılında Christie's Londra ve Sam Fogg koleksiyonunda satılmıştır.[12]





Ömer ve Osman dönemleri [değiştir]
Ömer devrinde Kuran öğretimine hız verildi. Medine'de ve İslam Devleti'nin diğer merkezlerinde hafız olduğu söylenen sahabelerin gözetmenliğinde pek çok hafız yetiştirilmiştir. Zamanla içerisinde yeni fethedilen yerlerdeki kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648'de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe bin Yemân, Halife Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Osman, Muhammed'in diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kuran mushaflarının kullanılmasını ve tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Osman, bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için başka tüm yazılı nesneleri yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Ebû Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Muhammed'in hanımlarından olan Hafsa'ya geçmişti. Osman zamanında çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir [13]. Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Ali'nin Osman için "Eğer Osman Kuran'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım" dediği ileri sürülür [kaynak belirtilmeli].
Osman tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı Müzesi'nde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile reprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) yayınlamıştır.


Cüz, sûre, âyet, vahiy 


Kuran
Kur’anı oluşturan 30 parçadan (fasikül) her birine cüz denir. Kur’an "sûre" adı verilen bazı ana bölümden oluşur. Kuranda 86’sı Mekki'de, 28'i Medeni' olmak üzere 114 sure bulunur. Medine'de eklenen sureler Bakara, Ali İmran, Enfal, Ahzab, Maide, Mümtahine, Nisa, Zilzal, Hadid, Muhammed, Rad, Rahman, Dehr, Talak, Beyyine, Haşr, Nasr, Nur, Hac, Münafikun, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Cuma, Tegabun, Saf, Feth ve Berae'dir. Her bir sure “ayet” adı verilen bölümlerden oluşur. Ayetlerin uzunluğu bir kelime ila bir sayfa arasında değişir. Ayetlerin Muhammed'e Cebrail meleği aracılığıyla vahiyler şeklinde gönderildiğine inanılır. Kuran yazılımının tamamlanması, 610 - 632 yılları arasında, yaklaşık 23 yılda gerçekleşti. Vahiy; görünüşte, surelerin mevcut sırasını izlemeksizin, genellikle Müslümanların belirli bir konuda bilgi, görüş veya cevap gibi ihtiyaçları, ya da önemli bir olayla ilgili olarak gerçekleştiği için, Kuranın nihai şekli vahiylerin tamamlanmasından sonra ortaya çıkmıştır. Kuran’ın yazılımı sırasında Arapçada noktalama işaretleri bulunmadığı için ayetlerin sayısı, nereden başlayıp nerede bittiği gibi konular kesin değildir. Buna göre, Kuranı surelerin başındaki besmeleleri ayrı bir ayet saymama kaydı ile 6236 ayetten oluşur. Ayetlerin sayısını İbn-i Abbas 6616, Nafi 6217, Şeybe 6214, Mısır âlimleri 6226, Zemahşeri ise 6666 olduğunu ifade ederler. Bediüzzaman Said Nursi de 6666 görüşündedir. [kaynak belirtilmeli] Kuranda kaç ayet olduğu hususundaki ihtilaf numaralandırma hususundadır. Bazı âlimler, bir kısım uzun cümleleri iki-üç ayet saymışken, bazısı tek ayet kabul etmiştir. Yine Şafiî âlimleri besmeleyi başında zikredilen sure ile bir bütün olarak saydıkları halde, Hanefi âlimleri besmeleyi ayrı bir ayet olarak saymışlardır. Sure başlarındaki “Yasin, Ha mim” gibi huruf-u mukattaa için de benzer durum geçerlidir








Surelerin kronolojik sırası 
Surelerin kronolojik sırası, Kuran hakkındaki tartışmalı hususlardandır. Ayetlerin açıklanış sırası ile ilgili eldeki veriler yeterince güvenilir değildir.[14] Avrupalı akademisyenler, Kuran'ın içeriğini tarz ve konu açısından inceleyip, göreceli bir sıraya koymaya çalışmışlardır. Theodor Nöldeke 1860'da Kuran Tarihi'ni (History of the Qurʾān) yazdığından beri sureler batılı kaynaklarda dört değişik şekilde sıralanmaya başlanmıştır. Bu sıralamalardan üçü Mekke ve Medine dönemlerini temel alır.


Basılı Kuran'ın ilk suresi olan Fatiha Suresi (Hattat Aziz Efendi)
Muhammed'in risaletinin başında ilk olarak 'indiği' kabul edilen âyetler Alak suresinde geçer: " Yaratan Rabbinin İsmi ile oku. İnsanı bir alaktan (asılı şey, veya pıhtı) yarattı. Oku ve senin Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Ki o kalem ile insana bilmediği şeyleri öğretti. " (Alak, 1-5) İlk yazılan ayetler inananları okumaya, öğrenmeye, yazmaya ve araştırmaya çağırdığı ve bilim için büyük teşvik mesajı taşıdığı düşünülür. Rivayette göre Kuran'ın en son yazılan âyeti de şudur: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Mâide, 3 ).





Okunması 

Hafız 

Kuranın bütün metnini ezberleyen ve uygun şekilde (tecvid) okuyabilen kişiye hafız denir. Muhammed ilk hafız olarak kabul edilir. Günümüzde genel olarak Kuran-ı Kerim'i anlamadan ezbere seslendirenlere de hafız denilmektedir. Kuranı düzgün bir sesle okumaya tilavet denir. Müslümanlar günlük ibadet olan namazı kılabilmek için Kuran'dan en azından küçük bir kısmı (ayet) ezberlemek, bilmek zorundadırlar.
"Kurandan kolayınıza geleni okuyun, salâtı ikame edin/namazı kılın" (Müzzemmil Suresi 73/20)


Nakledilmesi 

Kuran Muhammed'in sağlığında mushaf hale getirilmemiş, hıfz yolu ile muhafaza edilmiştir. Hıfz yoluyla nakil ve nakledilenlerin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Prensip gereği olarak, Ebu Bekir zamanında Kuran toplanırken [Abdullah b. Mesud]]'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Örneğin "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." (Maide, 5/89) âyetinin devamındaki "mütetâbiat" (peşpeşe) ilavesi Kuran'a eklenmemiştir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (Bakara, 2/233) âyetindeki mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem" (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kuran'dan sayılmaz. Tevâtür derecesinde olan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Muhammed'den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Hanefîler yemin keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelîlere göre ise, mütevatir olmayan kıraatler ne Kuran ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz.[15]

İnanca göre Kuran yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanlara gelmiştir. Bu özelliği Kuran'ın i'caz (Mucizelik) yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir.





Kur'an'ın Yazılması 

Kur'an yazılması Arapçanın ve Arap alfabesinin ilk gelişim dönemlerine rastlar. [16] Başlangıç dönem Arap alfabesinde harf sayısı bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harfi karşılayan 15 farklı yazım (harf)ten oluşur. [17] Yazıda noktalama işaretleri yoktur. Bu dönem metinlerinde cümlenin nerede başlayıp nerede bittiği tamamen duyumsal olarak aktarılan bilgilerdir. Hareke, şedde ve uzatma gibi özel işaretler ise sadece dini metinlerde ve çok daha sonraları kullanılmaya başlanmıştır. Kur'anın yazılışındaki alfabetik yetersizliğe bağlı olarak ayetlerin nasıl okunması gerektiği değişik kıraat mezheplerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin abdest almakla ilgili ayetin farklı okunuş şekillerinden dolayı abdest alırken ayaklar bazı İslam coğrafyalarında yıkanmaz iken diğerlerinde ayakların yıkanması abdestin farzlarından kabul edilir. Yine sonradan konulmuş işaretler ile bir okuyuş şekli tercih edilerek ayetin muhtemel olan diğer anlamları dışlanır ve o okuyuşu tercih eden kişinin anlayışı Kur'anın asli unsuru haline gelir. Bu şekilde örneğin sabah Kur'an okunmasından bahseden İsra-78. ayeti sabah namazını emreden ayete dönüşür.




Kur'anın tercüme edilmesi 

Kur'anın tercüme edilebilir olup olmadığı uzun tartışmaların konusu olmuştur. Uygulamada ise Meal denilen yarı tercüme anlatımlar tercih edilmiştir. Meal yazarları, birebir tercümedeki metne değişik zorunluluklar (cümlelerdeki anlatım bozukluklarının giderilmesi, kapalı anlatımlar, cümle düşüklükleri, kelimelerin tam karşılığının meal yapılan dilde bulunmaması vb.) sebebiyle veya kendi anlayışını (mezhep, tarikat, cemaat) dikte etmek amacıyla parantez içerisinde ilaveler yaparlar. Bu şekilde ancak uzman olanların anlayabileceği saptırmalar dini anlayış içerisine yerleşmiştir.





Kuran'ın abdestli okunması meselesi 

Kuran'ın abdestsiz okunabilmesi konusunda fikir ayrılıkları mevcuttur. Bir kısım İslam âlimlerine göre Kuran abdestsiz okunabilir ve abdest ancak namaz için gereklidir. Bu konu ile ilgili ayet olarak Vakıa 77-79 gösterilse de, bu ayette abdestten bahsedilmediğini öne süren din bilginleri de mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın çevirisinde ayetler: "O, elbette değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptır. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir." (Vakıa Suresi, 77-79 şeklindedir. ) [18] Fakat buradaki tertemiz olanlar ile kastedilenin, abdestli olanlar olduğuna dair herhangi bir açıklama getirilmez. Elmalılı Hamdi Yazır ise bu ayetleri: "Ki hakikaten o bir Kur'an-ı Kerîm'dir. Öyle bir kitabda ki mahfuz tutulur. Ona tertemiz temizlenmiş olanlardan başkası el süremez." (Vakıa Suresi, 77-79) [19] şeklinde çevirir. Ayetteki "el mutahharûn" sözcüğü tahir olanlar, arınmış olanlar anlamına gelmektedir.
Edip Yüksel ise aynı ayetleri şu şekilde çevirmiştir: "Bu, onurlu bir Kuran'dır. Korunmuş bir kitaptadır. Onu ancak temizler kavrayabilir." (Vakıa Suresi, 77-79) [20]
Edip Yüksel bu ayetlerle ilgili dipnot olarak; ayetlerin kesinlikle abdestten, abdestsiz Kuran okunamayacağından bahsetmediğini, ayetleri bu şekilde yorumlayan din adamlarının kasıtlı olarak halkı Kuran'dan uzaklaştırma amaçlı beyanda bulunduklarını söyleyerek, ayetleri abdestle bağdaştıran din adamlarını suçlar. [21] Bu ayetlerin Kuran'ın abdestsiz okunup okunamamasıyla ilgili olmadığını savunan din bilginleri, abdestle ilgili olarak Maide Suresi'nin 6. ayetini gösterirler. Bu tartışmaların yanı sıra halk arasındaki yaygın uygulama, Kuran'ın abdest alınarak okunması şeklindedir.

Kur'an ilimleri 

Kuran ilimleri olarak adlandırılan ve Kur’anın ezberlenmesi, yazılması, okunması, tefsir edilmesiyle Kuran çevresinde oluşturulan bilgi birikimi ilahiyatçılar tarafından geleneksel olarak şu dallara ayrılır: Kıraat (Arapça okumak): Kuran dil, usul ve kurallarını, okuyuş şivelerini içerir. Orta yol kıraatı Kureyş lehçesidir. Yazılımla ilgili problemlerden kaynaklanan farklı okuma şekilleri ve bu okumaların ifade ettiği farklı anlamlar (kıraat mezhepleri) kıraat ilminin konusudur. Nüzul sebepleri ilmi: Bu dal, vahyin geliş sebebi, iniş şartları ve hükümleri üzerinde durur. Mekki ve Medeni ilmi: Vahiy, Medine'de ve Mekke'de inen ayetlerden oluştuğundan, indiği yerin ve çevresinin ilmi yapıldı. tefsir (yorumlama): Tefsir rivayet tefsiri ve dirayet tefsiri olarak iki kola ayrılır. Rivayet tefsirinde peygamber, sahabi ve diğerlerinin sözleri ayetlerin anlaşılması için kullanılır. Dirayet yahut rey tefsirleri ise dil, akıl ve mantığa, hatta felsefe çerçevesinde yapılan yorumlarla oluşturulur. Hüküm çıkarma ilmi (istinbat): Fıkıh ilmi olarak ta isimlendirilen bu daldaki ilim adamlarına fakih denir. Fakihler Kuran'daki hükümleri ana ilkeler, ibadetler, ahlak açılarından inceler. Fakihler, ayetlerin lafız ve anlamlarını ayırırlar; genel ve özel hükümleri çıkarırlar; helal, haram, mekruh gibi hükümleri bir metodoloji ye ( usuli fıkıh')' bağlı olarak ortaya koyarlar. İslam hukuku denilen şeriat da fakihlerin ilgi alanlarına girer. Kuran'ın eşsizliği ilmi (icazül Kuran): Bu dal, kitabın estetik yapısını araştırır, mucize oluş iddialarını [22] ve bunun dayanaklarını inceler. Günümüzde de Kur’anın mucizeliği üzerine kitaplar yazılmakta, İslam karşıtları tarafından da bu tezler üzerine karşı cevaplar[23] yazılmakta, Kur’an dilbilim, tarihsel, bilimsel tutarlılık ve Kur’anın içsel tutarlılığı gibi başlıklarla inceleme konusu yapılmaktadır.


Kur’an üzerine tartışmalar 

Ateizm, tanrı veya tanrıların var olmadığını savunur. Ateist ve agnostikler dinleri ve bunların kutsal kitaplarını, insanların yazdığını savunur. Deizm'de tanrı kabul edilmekle birlikte dinler ve kutsal sayılan kitapları reddedilir. Yahudilikte ve Hristiyanlıkta da Kuran'ın Muhammed ve arkadaşları tarafından yazıldığı kabul edilir. 

Kutsal kitaplar ve sözlü geleneklerle benzerlikler 
Müslümanlar Kuran'ın Allah tarafından gönderildiğine inanır. İslami kaynaklar, Kuran’ın başka kaynaklardan alıntı yaptığı önermesini kabul etmez. Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim'i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz. [26] Kuran'daki birçok karakter ve olay, Tanah, Eski Ahit ve Yeni Ahit gibi Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında da mevcuttur. Batılı akademisyenler, Kuran ile Yahudi ve Hristiyan kaynaklarındaki karakterlerin ve olayların birbirinden farklı olduğunu, Kuranın sonraki dönem Hristiyan kaynakları ve Midraş gibi Yahudi kaynaklarından alındığını iddia etmektedir. [14] Kuran'daki "İlahi Adalet" ve "Cennet" gibi motifler ise Kuran ile çağdaş Suriye Kiliselerine mensup misyoner din adamlarının öğretileri ile büyük benzerlik göstermektedir.[14] Kuranın diğer sözlü geleneklerden etkilenip etkilenmediği hususu (orijinal oluşu) tartışmalara konu olmuştur. Bazı iddialara göre mezopotamya (Babilonya)da iki tanrı olan Harut ve Marut Kur'anda iki melek olarak yer almaktadır.[27] Kur’anda geçen birçok anlatının kaynağı başka kültürlerde bulunabilir. Yer ve göğün başlangıçta bitişik iken sonradan ayrılması, yaşamın sudan veya su üzerinde yaratılması, insanın Tanrının suretinde yaratılması, Âdemin kaburga kemiğinden eşinin yaratılması, tanrının arş üzerinde oturması vb. ifadelerinin Sümer mitolojisinden babil sürgünü sırasında Yahudi kültürüne oradan da Hıristiyan ve İslam kaynaklarına girdiği düşünülebilir. Ayrıca orta doğuyla yakın etkileşim içindeki Mısır, Nebat, Hitit, Lidya, Yunan ve Hint kültürlerinden bazı kavramların (İdris, şeytan, ifrit, cin, öldükten sonra dirilme, Rahman, Aziz, Havva, cennet, cehennem vs.) Kur’anda kendine yer bulması hiç şaşırtıcı değildir. Kurandaki Karun hikâyesi orijini Lidya krallığına dayanan, eklentilerle efsaneleşmiş ve tamamen değişmiş anonim bir halk hikâyesidir. Yusuf’un hikâyesi, mağarada uyuyanlar (ashab-ı kehf), Nuh tufanı, Yunus peygamberin hikâyesi, Zülkarneyn, Süleyman, İbrahim gibi birçok anlatı sözel kültürlerin zaman içinde başkalaşım geçirerek Kur’anda kendisine yer bulmuş anlatılarından oluşmaktadır. Kuranın, insan yazısı olduğu iddialarını Kuran reddeder. Başka bir dilden tercüme olduğu iddiaları [28] Muhammed'in ümmi ( okuma bilmeyen) olduğunu ifade eden ayet [29] ve Kur’anın kusursuz bir Arapça üzerine kurulduğunu ifade eden ayet ile[30] reddedilir.


Mukattaa 
Kuran'da bazı surelerin başında bulunan, ana metinden ayrı yazılan ve uzundan kısaya doğru dizilen "sessiz harf grupları"na Mukataa harfleri denir. Farklı yazılı metinlerin birleştirildiği kanısını uyandıran[14] bu harflerin ne anlama geldiği konusunda İslam âlimleri arasında da fikir birliği yoktur.


Farklı Kuran versiyonları iddiası 
Kuran'ın o dönemde halk dili ile yazılması, Arap olmayanlar için doğru okunmasını ve hiçbir detayın kaybolmamasını sağlamaya yeterli değildi. Arap alfabesi ve Arapça yetersizdi, bazı sessiz harfler Arap olmayanlar tarafından kolaylıkla karıştırılabiliyordu. Sözcüklerin ne anlamda kullanıldıklarını yazılı olarak anlamak mümkün değildi.[14] Kuran'daki sözcüklerin telaffuzunu doğru yapabilmek için ezbere bilmek gerekiyordu. Telaffuz Arap şivelerine göre çeşitlilik gösterdiği gibi ayet ve kelimelerin başlangıçta nasıl okunduğu rivayetleri de farklı okumaların (Kur’an versiyonları= Kıraat mezhepleri) ortaya çıkması sonucunu doğurdu.[14] Bu okunuş versiyonlarından en meşhurları günümüze kadar gelmiştir. .[31][kaynak belirtilmeli] Bu durum islamda farklı anlayış ve uygulamaların sebeplerinden birisidir. Sözlü Kuran versiyonlarının çok sayıda olmasına rağmen yazılı Kuran'ın adedi sadece birkaç tane (7 adet) ydi. Yazılı Arapça zamanla gelişme gösterdi. Haccac zamanında birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve sesli harfler oluşturuldu. Kuran yazımına eklenen bu yeni harf ve işaretlerin sebebi, farklı okumalardan kaynaklanan tartışmalara[32] ve insanların Kuran'ı yanlış okumalarına son vermekti. Bu yeni sistem İslam dünyasında 9. yy'ın başlarına kadar tartışmalara konu oldu. Kuran'a eklenen yeni harf ve işaretler renkli olarak yazılmaya başlandı ve asıl metinin bir parçası kabul edilmedi.[14] İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesinde bulunan en eski mushaflar :[kaynak belirtilmeli]
No: 457. Osman'ın imzasını ve Hicri 30 senesini taşıyan Mushaf.
No: 557. Ali'nin imzasını taşıyan Mushaf.
No: 458. Ali'nin yazısı olduğu kabul edilen Mushaf.


Nümerolojik iddialar 
Ebced hesabında Arapça alfabedeki her harfe sayısal bir değer atanır ve böylece yazılar sayısallaştırılır. Kabalistlerin Tevrat'a uygulamaları gibi tarihi örnekleri olan nümeroloji geleneğinde ebced hesabı Kuran metnini yorumlayanlarca da kullanılmıştır.


Ebcedle ulaşılan ilginç örnekler 
Demir (Fe) kelimesinin ebced hesabıyla değeri (Arapçası Hadid) 26.'dır. 26, demirin atom numarasıdır. Ayrıca belirli bir demir anlamına gelen (El-Hadid) kelimesinin ebced hesabına göre karşılığı da 57'dir. Bu da demirin durağan izotoplarından birinin kütle numarasıdır ve durağan izotoplardan sadece bu izotopun çekirdek dönme numarası 1/2'dir.[33] Kuran'da demirden bahseden sure Hadid Suresi yani demir suresidir. Bu sure de Kuran'ın 57. suresidir.[34]
Âdem kelimesinin ebced hesabıyla değeri 46'dır. 46 ise insan hücresinin kromozom sayısıdır. Bazı kaynaklarda Adem'ın ebced karşılığı 45 geçmektedir.[35] Bu farklılık Âdem ve Adem kelimelerinin Arapça'da farklı olmasından kaynaklanmaktadır.[36]
Kelime tekrarları 
Kaynağı ve geçerliliği belli olmayan bir araştırmaya göre Kuran'daki bazı sözcük tekrarları şu şekildedir[37][38][39][40]:
Gün kelimesi 365 defa, günler kelimesi 30 defa, ay kelimesi 12 defa geçmektedir.
Deniz kelimesi 32 defa, kara kelimesi 13 defa geçmekte ve bunların her birinin, toplamları olan 45'e oranı, yaklaşık olarak yeryüzündeki kara ve deniz oranlarını göstermektedir.
Bunların yanında dünya-ahret, melek-şeytan, iman-küfür, yaz-kış gibi bazı karşıt kelimeler eşit sayıdadır. Buna mukabil affetmek kelimesi ceza kelimesinin iki katı sayıda, zenginlik kelimesi fakirlik kelimesinin iki katı sayıda ve yine iyiler kelimesi kötüler kelimesinin iki katı sayıdadır.

Edebi Dil Açısından Kur'an 
Kuran edebi dil açısında tartışmalı bir üsluba sahiptir. Bazı yazarlar yer yer şiirsel özellikler gösteren Kuran anlatımının tekrarlanamaz ve taklit edilemez bir kuran mucizesi olduğunu ifade ederler. Karşıt görüşte olanlara göre ise Kuranda gereksiz tekrarlar, vurgular, anlatım kesiklikleri, cümle bozuklukları, konular arasında bağlantısız geçişler vb. edebi düşüklükler bulunmaktadır. Bu durum Kuran tercümelerinde parantez içerisinde ilaveler yapılarak düzeltilmektedir. Kur'anda bulunan gramer uygunsuzlukları değişik teorilerle izah edilmeye çalışılmıştır. Konu farklı kişilerce hata veya istisnai kullanım olarak değerlendirilir. Tartışma zamir, isim ve sıfatların uygunsuz kullanımı, müzekker-müennes uygunsuzluğu, tekillik-çoğulluk kurallarına uyulmaması gibi değişik kategorilerde incelenen çok sayıda uygunsuz kullanımla ilgilidir.[41]
Kuran Arapça dışında İbranice, Hintçe, Farsça, Habeşçe, Berberi, Roma, Kıpti, Yunan ve Suriye dilleri gibi değişik dillerden çok sayıda kelime (Garaib ul Kur'an) içermektedir. Kur'andaki yabancı kelimelerin, O’nun anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirildiğini ifade eden ayetler bakımından bir sorun oluşturup oluşturmadığı tartışmaları bir tarafa, melek, Harut, Marut, şeytan, cehennem, iblis, ifrit, cin gibi kelimeler veya esma-ül Hüsnadan sayılan Rahman, Hüda, Aziz vb. isimler birtakım inanç problemlerine yol açmaktadır. Zira bu kelimeler köken aldıkları dilde tamamen farklı anlamlar için yaratılmış ve kullanılmış kelimeler olmaktadırlar. Essuyuti bu kelimelerin sayısının 275 olduğunu ifade etmektedir.[42]








12 Mayıs 2012 Cumartesi

İSLAMDA ANNENİN MAKAMI








İslamda annelik makamı ve annelik makamını ve insanın hayatındaki rolünü anlayabilmemiz için yüce Rabbimizin kitabına ve Resulullahın (s.a.a) ve Ehl-i Beytinin nurlu sözlerine müracaat  etmemiz gerekir. Biz de mümkün mertebe ayet ve hadislerden yararlanarak bu mevzuu sizlere açıklamaya çalışacağız.
  Allah-u Teala Kuran-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır: Rabbin ondan  başkasına ibadet etmemenizi ve anne babaya iyilik etmenizi emretmiştir. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara öf bile deme; onları azarlama onlara güzel söz söyle; onlara rahmet ve şefkat dolu tevazu kanadını ger. Onlara alçak gönüllü ve şefkatli davran ve onlar hakkında dua edip şöyle de: Ey Rabbim, bunlar küçükken beni nasıl yetiştirip büyüttülerse, sen de onlara merhamet et, acı. (İsra Suresi, ayet 23-24)




Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun (memeden) ayrılmasıda iki yıl içinde olmuştur onun için biz insana bana ve ana baba şükret dönüş banadır diye öğüt verdik.” (Lokman Suresi, ayet 14)
   Görüldüğü gibi bu ayetlerde Allah-u Teala anne babaya iyilik etmeği, onlara şükretmeyi kendi ibadeti ve şükrüyle yan yana zikretmiştir. Bu da Anne babanın Hak Teala indindeki makamını ve onlara iyilik ve itaat etmenin önemini göstermektedir. Onun için anne, babaya itaat etmek günah ve farz olan şeyler haricinde farzdır. Hatta anne baba evladını sünnet olan bir ameli yapmaktan  nehy edip başka bir işe emrederse onların dediğini yapması gerekir.
  Bir gün bir kişi Resulullah’a (s.a.a) gelerek ya Resulullah dedi, anne babanın evlatları boynundaki hakkı nedir? Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlar senin cennet ve cehennemindir.”[1]
   Yani onlara yapacağın iyilikler ve onlara karşı vazifelerini yerine getirmenle cenneti kazanabilirsin. Ama onlara karşı vazifelerini yerine getirmezsen cehennemi hak etmiş olursun.
   Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Anne babaya iyilik yapmak en büyük farizadır.”[2]
   İmam Sadık (a .s): “Allah anne babaya iyilik etmeyi emretmiştir” ayetini şöyle açıklamıştır: “İyilik etmek onlarla iyi geçinmek ve ihtiyaçlarını ağız açıp istemeden yerine getirmektir…”[3]


Bir gün birisi Resulullah’a sorar: “Ben kime iyilik yapayım.” Resulullah “Annene” der. Sonra tekrar kime diye sorduğunda tekrar “Annene” der. Adam tekrar sorar; Resulullah tekrar “Annene” der. Adam tekrar sorunca Resulullah bu sefer “Babana” diye cevap verir.”[7]



   
Rivayet edildiğine göre birisi Resul-i Ekrem’e gelerek “Ya Resulullah, ben çok kötü işler yapmışım, acaba benim tövbem kabul olur mu? demiş. Resul-i Ekrem “Acaba annen veya baban yaşıyor mu? diye sormuş; o da “Babam yaşıyor” demiş. Resul-i  Ekrem “Git ve ona iyilik et” buyurmuş. Adam çıkıp gittikten sonra, Resul-i Ekrem yanındakilere dönerek şöyle buyurmuş: “Keşke annesi olsaydı da ona iyilik etseydi; tövbesi daha çabuk kabul olurdu.”[8]
    Bir gün Hz. Musa Allah-u Teala ile münacat ederken Hak Teala’dan cennetteki arkadaşını kendisine tanıtmasını istiyor. Hak Teala şöyle hitap eder: “Senin cennetteki arkadaşın filan nahiyedeki gençtir. Hz Musa genci bulmak için oraya geldiğinde onun kasaplık yapan biri olduğunu görür. Hz. Musa onu çaktırmadan takip etmeye başlar ki hangi amelle böyle büyük bir makamı elde ettiğini öğrenmiş olsun.  Akşama kadar bekler; fakat onun için önemli olan ve böyle bir makama onu layık kılacak bir ameli göremez. Akşam olunca genç, iş yerini kapatıp eve gitmek istediğinde Hz Musa kendini tanıtmadan adamdan, o gece kendisini misafir etmesini ister. Hz Musa bu vesileyle gece boyunca da gencin iyi amellerini takip etmeyi amaçlamaktadır. Genç Hz. Musa’nın isteğini kabul edip onu evine götürür. Hz. Musa eve girdiğinde gencin her şeyden önce yemek yaptığını. Daha sonra evde bulunan ve eli ayağı felç olan ihtiyar bir kadının yanına gelerek büyük bir sabır ve şefkatle yemeği lokma lokma onun ağzına koyarak yedirdiğini, sonra elbisesini değiştirdiğini, ihtiyaç gidermesine yardımcı olduğunu; sonra da özel yerine yatırdığını görür. Hz. Musa (a.s) o gece sabaha kadar gencin normal dini vazifeleri dışında fevkalade bir amel, ibadet, münacat falanını görmez. Sabah olduğunda ise yine genç evden çıkmadan o kadının yemeğini yedirir ve diğer ihtiyaçlarını gidermede şefkatle ona yardımcı olur. Vedalaşırken Hz. Musa gence sorar: “Bu kadın kimdir ve sen ona yemek yedirirken, gözlerini gök yüzüne dikerek ne söylüyordu?” Genç şu cevabı verir: “Bu benim annem” der. Ben ona yemek verdiğim zaman hakkımda şöyle dua ediyor: “Allah’ım bu hizmetlerin karşılığında  oğlumu cennette Hz. Musa’nın yanına arkadaş eyle.”  Hz. Musa da gence annesinin duasının kabul olduğunu müjdeleyip Hak Teala’yla yaptığı münacatı kendisine anlatır.”



    İşte anne babanın hakkını riayet etmek böyle feyizlere insanı ulaştırır. Elbette bütün bunlardan önce, insanın mu’min ve takvalı olması gerekiyor.
   Yine Resul-i Ekrem’den (s.a.a) şöyle nakledilmiştir: “Cennet annelerin ayağı atındadır.”[9]
   Bir başka hadiste: “Annelerin ayaklarının altı, cennet bahçelerinden bir bahçedir” buyurmaktadır.
   Bu hadisin bir manası şudur ki cenneti kazanmak, annelerin gönlünü kazanmak, onlara iyilik etmekle mümkün olur. Bir başka manası da: “Anneler isterse dünyayı cennete çevirebilirler, yetiştirdikleri mu’min ve salih evlatlarla. Çocukların saadet ve mutluluğunun temel taşını koyan annelerdir.  Kötülük ve bedbahtlıklarının ilk temel taşını koyan da yine annelerdir. Zira niyetleri, yedikleri lokmalar, amelleri, davranışları, imanı ve takvası rahimdeki çocuğu üzerinde de etkilidir.  Doğduktan sonra da çocuk, anne ve babanın, özellikle annenin bütün hareketlerini izleyip taklit eder. Annenin verdiği terbiyeyle çocuğun ilerideki şahsiyeti yavaş yavaş oluşmaya başlar. Bu yüzden Resulullah (s.a.a)  şöyle buyurmuştur: “Saliha bir eşle evlenmesi bir erkeğin saadetindendir.”[10] Zira ailenin ve çocukların saadeti büyük ölçüde anneye bağlıdır.
   Başka bir hadiste İmam Cafer-i Sadık (a .s) şöyle buyurmuştur: “İffetli ve hayalı bir annesi olana ne mutlu!”[11]



   İşte bütün bunlar annenin insan hayatındaki vazgeçilmez rolünü ve önemini gösteriyor. Evet anne anneliğin yanı sıra bir öğretmendir. Bu yüzden de onu imanlı yetiştirip cennetlik yaparsa, onun bütün hayırlı amellerinde ortak olur.
   Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer birisi kız çocuğunu iyi bir şekilde yetiştirip terbiye ederse, ona iyi bir talim ve terbiye verip güzel ve faydalı şeyler öğretir ve onu Allah’ın verdiği nimetlerden yararlandırırsa, o çocuk onunla cehennem arasında bir perde olur (cehenneme gitmesini önler).”[12]
   İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala kıyamet günü bazı anne ve babalara mükafat verecek. ‘Ey Rabbimiz, bu mükafatları nereden hakkettik? Bizim amellerimiz buna layık değildi’ diye sorduklarında şu cevabı alacaklar: ‘Bu mükafatlar çocuğunuza Kur’an öğretmeniz ve onu İslam diniyle tanıştırdığınız içindir.”[13]
   Yüce Rabbimiz’den annelerimiz hakkında görevlerimizi en iyi şekilde yerine getirmeyi ve bacılarımıza Hz. Fatıma’yı örnek alan anneler olmayı nasip buyurmasını diliyoruz. Amin
                                                                                                ALINTI