28 Şubat 2011 Pazartesi

MEDİNE-İ MÜNEVVERE ZIYARETİ



Hac ve umre ibâdetlerinin başlangıcında veyâ nihâyetinde, Medîne-i Münevvere’de ziyâret ettiğimiz Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makâmı; kalbin, ilâhî muhabbet nakışlarıyla ziynetlenip ulviyyet kazandığı bir mekândır. Bundan dolayı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce hâtıraları ve can bahşeden nefesiyle dolu o mübârek topraklara yüz sürerken, O’nun rûhâniyetinden nasîb alma aşkıyla Ravza-i Mutahhara ziyâret edilmeli ve bu kutlu beldenin, sînesinde kâinâtın en yüce cevherinin bulunduğu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. O’na ümmet olmanın heyecânı içinde apayrı bir edep ve tâzîm gösterilmelidir.
Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“…İbrâhim -aleyhisselâm-’ın Mekke-i Mükerreme’yi harem (bölgesi) kılması ve onun için duâ etmesi gibi ben de Medîne-i Münevvere’yi harem bölgesi kıldım…” (Buhârî, Fezâilü’l-Medîne, 6; Müslim, Hac, 462)
Ravza-i Mutahhara’nın Goncası Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, canlarımızdan, mallarımızdan, evlâtlarımızdan, hâsılı her şeyden daha çok sevmeliyiz. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın “habîbim” hitâbına ve iltifâtına yalnız O mazhar olmuş ve bu muhabbet ümmete de emredilmiştir. Nitekim Kâdı İyâz -rahmetullâhi aleyh-, Tevbe Sûresi’ndeki:
“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, kabîleniz, biriktirdiğiniz mallar, durgunluğa ve iflâsa uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler, size Allâh ve Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihâd etmekten daha sevimliyse, Allâh’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allâh, ona itaatten çıkan bir milleti doğru yola ulaştırmaz.” (et-Tevbe, 24) âyet-i kerîmesinden yola çıkarak:
“Allâh, ümmete kendi sevgisiyle birlikte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmeyi de farz kılmıştır.” demektedir.
Bir varlığa duyulan sevgi ve muhabbet, bu muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan şeylere de sirâyet ve in’ikâs eder. Meselâ Uhud’u yüz binlerce dağdan ayırıp sevimli kılan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ona olan husûsî muhabbetidir. Bu yüzden Medîne-i Münevvere’ye varıldığında Uhud’a muhabbet dolu nazarlarla doya doya bakmak îcâb eder. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” (Buhârî, Cihâd, 71) buyurmuştur.
Medîne-i Münevvere, hicretten evvel “Yesrib” adında sıradan bir şehirken onu “Medîne-i Münevvere” yapıp bütün ümmete sevimli kılan, onun Peygamber Efendimiz’e nisbeti ve O’nunla ilgili zengin hâtırâlarıdır. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönlünde hiçbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun, zikredildiği her ân Hazret-i Peygamber’i hatırlatmasındandır.
Aynen bunun gibi Allâh’ı sevmek de, Peygamberimiz’i sevmeyi ve O’na tâbî olmayı gerektirir. Bunun için Cenâb-ı Hak:
(Rasûlüm!) De ki: Siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur.
Aynı şekilde Allâh Rasûlü’ne tâbî olma husûsunda gayret sarf etmek ve O’nun muhabbetinin heyecânını duyabilmek de kişiyi Allâh’ın sevdiği kullardan olma şerefine nâil eder. Nitekim ashâb-ı kirâm, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ha­kî­ka­ti­ne yak­la­şa­bil­mek için O’nun rû­hâ­ni­ye­ti et­râ­fın­da âde­tâ per­vâ­ne olup O’nda fâ­nî ol­ma­yı dün­yâ­nın en bü­yük nî­me­ti bilmiş ve bu sû­ret­le ilâ­hî lu­tuf­la­ra nâil ol­muş­lar­dır. Bu yüzden has­ta ve gâ­fil kalb­le­rimizin en mü­es­sir der­mâ­nı, Rasûlullâh’a olan mu­hab­bet ve O yüksek karaktere hayranlık netîcesinde meydana gelen“sünnete ittibâ”dır.
Bu itibarla hiçbir şey, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgisinin önüne geçmemelidir. Ne oturduğumuz ev, ne âilemiz, ne çoluk-çocuğumuz, ne de işimiz-ticâretimiz!..
Zîrâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müşfik bir annenin evlâdına olan düşkünlüğünden daha büyük bir muhabbetle biz ümmetine kol-kanat germiş, ömrü boyunca da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşamıştır.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ashâbına buyuruyordu ki:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî,Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Nitekim Refîk-ı Âlâ’sına da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek göç etti.
Son nefesinde; “Ben sizi havz-ı kevserimin başında bekliyor olacağım…” diyerek bizlere olan muhabbet, şefkat ve düşkünlüğünü ifâde buyurdu.
Kısacası Cenâb-ı Hakk’ın:
“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, saâdetinizi cidden istiyor; mü’minler için yüreği rikkat ve merhametle çarpıyor!”(et-Tevbe, 128) buyurduğu üzere, hayatı boyunca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ağlaması, gülmesi, üzülmesi, sevinmesi, duâ ve ilticâsı, hep biz ümmeti için oldu. Hattâ Mîrac gibi özel bir anda dahî bizleri düşündü, bizler için çırpındı…
O öyle bir rahmet ummânıdır ki, O’nun hürmetine; zulüm, şirk ve isyan dönemlerinde bile Mekke’ye göklerden bir belâ yağmadı, bir musîbet inmedi. İlâhî intikam tecellî etmedi. Çünkü içlerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vardı. Bu gerçeği Allâh Teâlâ şöyle ifâde buyurur:
(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)
Ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’den Medîne’ye hicret edince durum değişti. Müşriklere semâvî belâlar inmeye başladı. Büyük bir bereketsizlik ve kıtlık başgösterdi. Semâya baksalar gözleri kararıyor, açlıktan başları dönüyordu.
Bu demektir ki, kimin gönlünde Hazret-i Peygamber muhabbeti yer etmişse Allâh o gönle azâb etmeyecektir. Müşriklere bile O’nun hürmetine merhamet eden Allah, O’nu seven, O’nun aşkını bir ömür kalbinde taşıyan ve O’nun Sünnet-i Seniyye’sinden ayrılmayan kimseyi hiç ateşinde yakar mı? Ancak kimin gönlünde de O Hidâyet Güneşi yoksa azaptan kurtulamayacaktır.
Hakk’ın huzûrunda ve ömrü boyunca bizi dilinden ve gönlünden hiçbir zaman düşürmeyen Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aynı aşk ve muhabbetle mukâbele edebilmek, O’na ümmet olma şerefine nâil olan her sevdâlı kalbin birinci vazîfesidir.
Fakat bu, “gönlümde” demek ve öyle farz etmekle olabilecek bir keyfiyet değildir. “Seven, sevdiğini taklîd eder ve onu çokça dile getirir.” hükmünce Peygamber âşıklarının alâmeti, her hâllerinde O’nun hâlini yansıtmalarıdır. Bir de O’na çokça salât ü selâm getirmeleridir…
İşte Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in böyle şânı yüce bir Server-i Âlem olması sebebiyle İmâm Mâlik Hazretleri’ne göre, O Varlık Nûru’nun Kabr-i Şerîf’inin bulunduğu yer, Kâbe’den bile daha kudsîdir. Çünkü bütün kâinât, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve O’na ithâf edilmiştir.
Ayrıca hadîs-i şerîfte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Beni vefâtımdan sonra ziyâret eden kimse, sanki beni hayâtımda ziyâret etmiş gibidir!”(Dârekutnî, Sünen, II, 278)
Ancak bu ziyâret esnâsında edebe riâyet pek mühimdir. Zîrâ hakîkî istifâdenin ilk şartı edeptir.
Nitekim bir gün İmâm Mâlik Hazretleri mihraptayken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur mescide geldi. Bazı suâller sordu. Aralarında ilmî bir müzâkere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansur, konuşmanın seyrine kapılıp sesini yükseltince İmâm Mâlik Hazretleri:
“–Ey Halîfe! Burada sesini alçalt! Zîrâ Allâh’ın ihtârı senden daha fazîletli insanlar üzerine indi…” diye îkâz etti.
Şâhid olduğu bu yüksek edeb karşısında Halîfe:
“–Ey İmâm! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu. 
İmâm Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:
“−Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?! O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a vesîlesidir. Bilâkis sen, Peygamber Efendimiz’e yönel ve O’nun şefaatini iste ki, Allâh Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..”[5]
Bazıları bu hakîkate âmâ davranır ve hacıları Ravza’ya döndürmezler. “Selâm ver, geç; kıbleye dön!” derler. Oysa Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayy, yâni diridir. Zîrâ nasıl ki şehidlerin ölmeyip yaşamaya devam ettikleri bir hakîkatse, onların fevkinde olan peygamberlerin ve bilhassa Âlemlerin Efendisi’nin de müstesnâ bir dirilik içinde olduğu muhakkaktır.
Abîde es-Selmânî, “tâbiîn” neslinin önde gelen fakih ve muhaddislerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in vefâtından iki yıl önce müslüman oldu, fakat O’nu görme bahtiyarlığına eremedi. Abîde’nin şu sözü, ilk müslümanların Efendimiz’e duyduğu sevgiyi pek güzel anlatır:
“Yanımda Rasûlullâh’ın bir tel saçının bulunması, benim için dünyânın bütün servetinden daha değerlidir.” (Ahmed, III, 256)
Meşhur İslâm âlimi Zehebî de, Abîde es-Selmânî’nin Peygamber sevgisini dile getiren yukarıdaki sözlerini okuyunca, duygularını şöyle dile getirmiştir:
“Rasûlullâh’ın bir tel saçını, insanların sâhip olduğu bütün altın ve gümüşlere tercih eden Abîde’nin bu sözleri, doruk noktasındaki bir muhabbetin göstergesidir. O büyük âlim, Hazret-i Peygamber’in vefâtının üzerinden yalnızca elli sene geçmişken böyle söylerse, O’nun irtihâlinden yedi yüz sene sonra biz, O’nun bir tel saçını veya pabucunun kayışını yâhut da su içtiği toprak kabın bir parçasını elde edecek olsak, acabâ ne söylememiz gerekir?
Şâyet zengin bir adam, servetinin büyük bir kısmını böyle bir şeyi elde etmek için sarf etse, sen ona servetini saçıp savuran veya akılsızca para harcayan biri gözüyle mi bakarsın?
Hayır, hayır! Rasûlullâh’ın mübârek elleriyle yaptığı Mescid-i Nebevî’sini ziyâret edebilmek, O’nun azîz şehrinde Hücre-i Saâdet’inin yanı başında kendisine selâm verebilmek için varını yoğunu harcamaktan çekinme!
Medîne’ye vardığında O’nun sevgili Uhud’una doya doya bak ve onu sen de sev! Çünkü Uhud Dağı’nı Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- çok severdi. O’nun Ravza’sına ve oturup kalktığı yerlere defâlarca giderek rûhunu kana kana doyurmaya gayret et! Zîrâ Kâinâtın Efendisi olan O Zât’ı canından, yavrundan, sâhip olduğun her şeyden, kısacası bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil bir mü’min olamazsın…” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, IV, 42-43)
İslâm târihinin sahâbe ve tâbiîn devrinden sonra en ihtişamlı safhasını teşkil eden ecdâdımız Osmanlı, pâdişâhından çobanına kadar bütün halkının eşsiz bir Peygamber muhabbetiyle temâyüz ettiği bir toplum idi:
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, her adı anıldığında salât ü selâm getirmenin yanında, ihtirâm ile elini kalbine götürmek, O’nun mevlid-i şerîfi okunurken velâdet ânını ifâde eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız hürmet ve muhabbet tezâhürünün en mükemmel örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki pâdişâhlar, bir örf hâline getirerek ortaya koymuşlardır. Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tâzelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur.
Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tâmirinde her taşı, büyük ve küçük abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlılar’ın bu tâmir esnâsında çekiçlerine keçe bağlayarak rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı tedirgin kılmaktan teeddüb etmeleri, misli görülmemiş birer edeb ve hürmet numûnesidir.
Yine Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye müteveccihen gelen sürre alayı, şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne-i Münevvere’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işâretle huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar, ziyâretlerini îfâ ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifâ ve teberrük olarak Medîne-i Münevvere’nin mübârek toprağını götürürlerdi.
Osmanlı pâdişâhlarının, zamanının portreleri demek olan minyatürlerinde sarıklarının ucundaki sorgucun bir süpürge maskotu olduğunu acabâ kim bilir? Bununla Harameyni’ş-Şerîfeyn’in süpürgecisi olduklarını telâkkî ederler ve Harameyn’in süpürgecilerinin maaşlarını, bizzat kendi servetlerinden verirlerdi.
Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den muazzez bir hâtırâ olarak saç ve sakallarının mübârek tellerinin, câmî minberlerinde kırk bohça içinde saklanıp “sakal-ı şerîf” adı ile asırlardan beri ümmete bir bereket ve rahmet olması, ne büyük bir muhabbet ve ihtiram numûnesidir.
Esâsen Osmanlı’nın o kudsî beldelere hürmet ve edebi, tâ pâyitahtta başlar. Öyle ki, o zamanlar hac yolculuğunda Avrupa kıtasından Asya’ya geçişteki ilk yere “Harem” ismi verilmiş ve Harameyni’ş-Şerîfeyn’in mâneviyat ve edebine daha orada bürünülerek yola çıkılmıştır. Ve o yolda gaflet ifâde eden hiçbir hareket tasvip edilmemiştir.
Bu meyanda şâir Nâbî’nin 1678 yılında devlet adamları ile beraber çıktığı hac seferindeki hâtırası pek ibretlidir:
Nâbî, o yolculukta bir paşanın, ayağını gafleten Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur na’tini yazmaya başlar.
Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:
Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..
“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”
Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..
“Ey Nâbî! Bu dergâha edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.”
Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, hemen müezzini bulur:
“–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar.
Müezzin:
“–Bu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyâmızda bize;
«–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!.» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik…” der.
Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şöyle der:
“–Demek ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana «ümmetim» deme lutfunda bulundu! Demek ki, İki Cihan Güneşi beni ümmetliğe kabûl buyurdu!..”
İşte hac ve umre ibâdetinde en mühim husus, bu yüksek duygularla o topraklara giderek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyâret ve Beytullâh’ı tavâf etmektir.
Hâsılı, bütün ibâdetler gibi hac ve umre ibâdetlerinin de, ind-i ilâhîde makbûl olabilecek bir kıvamda edâ edilmesi, kâmil bir îman ve irfân ufkuna bağlıdır. Hac ve umreyi “mebrûr” vasıfta îfâ edebilmek de, günahlardan temizlenmeye ve Hakk’ın rızâsına vesîledir. Yâni bu ibâdetlerden arzu edilen netîce, onları ancak Hak Teâlâ’nın râzı olduğu kıvamda yerine getirebilmekle hâsıl olur.
Bu meyanda Şiblî Hazretleri’nin haccetmiş birine, haccın kalbî cihetine işâret ederek söylediği şu sözler, bütün hac yolcuları için çok ibretli bir îkaz ve irşad mâhiyetindedir:
“Hacca niyet ettiğinde, bugüne kadar işlediğin mâsıyetlere tevbe edip sırât-ı müstakîme yönelmediysen, hakîkatte niyet etmiş olmazsın.
İhrâm için elbiseni çıkarırken her mâsıyetten de soyunmadıysan hakîkatte elbiseni çıkarmış olmazsın.
Hac için guslederken bu temizlik, sendeki mânevî kirleri ve kalbî illetleri de temizlemediyse hakîkatte temizlenmiş sayılmazsın.
Harem-i Şerîf’e girerken bütün haramları ve Hak’tan uzaklaştıran her türlü söz ve davranışı terk etmeye söz vermediysen gerçekte Harem’e girmiş olmazsın…
Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen gerçekte kurban kesmiş olmazsın.
Şeytana taş atarken içindeki cehâleti ve vesveseleri de taşlayamamışsan, sende ilim ve irfan hâsıl olmamışsa hakîkatte taş atmış sayılmazsın.
Kâbe’yi ziyâret vesîlesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı, gönlün huzur ve sürûr ile doldu mu? Zîrâ hadîs-i şerîfte:
«Hacılar ve umre yapanlar Allâh’ın ziyâretçileridir. Ziyâret edilenin, kendisini ziyâret edene ikrâm etmesi, üzerindeki bir haktır.» buyrulur. Sen bu ikrâmı fark edemediysen hakîkatte ziyâret etmiş sayılmazsın…”[6]
Hülâsa, Şiblî Hazretleri’nin dikkat çekmek istediği husus:
“Haccı ve umreyi Allâh için tam îfâ edin!..” (el-Bakara, 196) fermân-ı ilâhîsine riâyettir.
Bütün güzellikleriyle edâ edilen bir hac dönüşü, hacıların memleketlerine götürecekleri en mühim hediyeler de o mübârek beldenin güzellikleri ve evvelden bu yana o güzellikleri yaşayarak arkalarında ibretli ve hikmetli hâtıralar bırakan sâlih kulların ahlâk-ı hamîdeleri olmalıdır.
Bu itibarla Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, bir gün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek onlara kâmil bir mü’minin gönül ufkunu sergileyen şu sualleri sorar:
“–Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medîne’nin hiç solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?..
Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebû Bekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin irfânı ve cihâdı var mı? Bugün bin bir ıztırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?”
Cenâb-ı Hak, cümlemize Harameyn-i Şerîfeyn’in rûhâniyetinden lâyıkıyla feyz alabilmeyi nasîb eylesin! Hassas ve rakîk bir gönül ile, hem rûhen hem de bedenen hac ve umre yapabilmeyi ihsân buyursun! Bu muhtevâda yaptığımız veya yapacağımız ibâdetlerimizi de makbûl ve mebrûr eylesin!..
Âmîn!..

26 Şubat 2011 Cumartesi

Mekke'nin Fethi






Bir süre önce Müslümanlarla Mekkeli Müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması yapılmıştı. Mekkeli Müşriklerin müttefiki olanBeni Bekir kabilesi bu antlaşmaya aykırı biçimde, Müslümanların himayesindeki Huzaa kabilesine saldırdı.[1][2]
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Mekke'ye haber göndererek, öldürülenlerin kan bedellerinin ödenmesini veya Beni Bekir kabilesiyle olan ittifakın sonlandırılmasını, aksi halde Hudeybiye Antlaşması'nın bozulmuş sayılacağını ve savaşa mecbur kalacaklarını bildirdi. Mekkeliler, teklifleri reddettiler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler.[3]
Mekkeliler daha sonra fikir değiştirip Ebu Süfyan'ı Müslümanları bir barışa ikna etmesi için Medine'ye gönderdiler. Ancak görüşmelerden hiçbir netice alınamadı...

Hazırlıklar [değiştir]

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem çevredeki Müslüman kabilelerden de askerler toplayarak 10.000 kişilik bir kuvvet oluşturdu. Bunların 700'ü muhacirlerden, 4.000'i ensar'dan, kalanlarsa çevre kabilelerden gelen Müslümanlardan oluşuyordu.[4]
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem , son ana kadar ne yöne sefer düzenleneceğini açıklamadı. Ayrıca Medine'ye giriş çıkışları durdurdu. Böylece Mekkelilerin, İslam Ordusu'nun hareketlerini öğrenme olanağı kalmadı. Ardından Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem orduyu harekete geçirdi. Mekke ile Medine arasındaki mesafe, yürüyüşle 12 gün olmasına karşın Mekkeli Müşrikler, Müslümanların üzerlerine geldiklerini ancak İslam Ordusu'nu Mekke'nin hemen dışındaki Merruzahran Vadisi'nde gördüklerinde anladılar. Bu durumda direnç göstermenin faydasız olacağını düşünmüş olacaklarki Mekkeliler, herhangi bir savunma hazırlığına girişmediler.[5]
Mekkelilerin şaşkınlığını daha da artırmak için Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem , her askere ayrı ayrı ateş yakma emri verdi. Akşam vakti etraftaki dağlarda 10.000 tane yanan ateş gören Mekkeliler, İslam Ordusu'nun daha da kalabalık olabileceği fikrine kapıldılar.
İslam Ordusu hakkında bilgi toplamak için yola çıkan Ebu Süfyan, öncü birlikler tarafından yakalandı. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem in huzuruna çıkarılan Ebu Süfyan, burada İslam'ı kabul ederek Müslüman oldu. Bunun üzerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem , Ebu Süfyan'ı serbest bıraktı ve Mekkelilere şu sözlerini iletmesini söyledi:
"Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerif'e girerse, emniyettedir."[6]
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem bundan, aralarında İkrime bin Ebu Cehil ve Hind'in de bulunduğu on kişiyi müstesna tuttu. Bunlar, Müslümanları katlettikleri, onlara ağır işkenceler yaptıkları için görüldükleri yerde öldürüleceklerdi.

Fetih [değiştir]

11 Ocak 630 sabahı İslam Ordusu savaş pozisyonu aldı. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem orduyu 4 kola ayırdı ve orduya şu emri verdi:
"Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz."
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem , hareket emri verdi ve Fetih Suresi'ni okuyarak Mekke'ye girdi.[7] 3 kol herhangi bir direnişle karşılaşmazken Halid bin Velid'in komutasındaki 4. kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğinindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü.[8]
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem , Mekke'ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan'a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kabe'ye yöneldi. İsra Suresi'nin 81. ayetini okuyarak putları birer birer devirdi. Daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kabe'yi tavaf etti.

Fetih Sonrası [değiştir]

Fetih sonrasında Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Kabe'de ilk hutbesini verdi. Mekkelilerin şüphelerini de gidermek adına hutbesinde şu sözlere de yer verdi:
Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'un kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır. Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: "Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Allah, sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhamaetlisidir(Yusuf Suresi 92)." Gidiniz; sizler serbestsiniz.[9]
Aynı gün öğleden sonra Safa Tepesi'nde tüm Mekkeliler Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem 'e biad ederek İslamı kabul ettiler.[10]

Dış bağlantılar [değiştir]

Kaynaklar [değiştir]

  1. ^ İbn-i, Hişam (1971). es-Siretun Nebeviyye(Sîre). c. 4 s.32.
  2. ^ SURUÇ, Salih (2005). Peygamberimizin Hayatı. İstanbul: Nesil Yayınları. ISBN 975-408-019-4 c. 2 s.470.
  3. ^ SURUÇ, Salih. a.g.e. c. 2 s.469,470,471.
  4. ^ İbn-i, Hişam (1971). a.g.e. c. 4 s.42.
  5. ^ Hamidullah, Muhammad (1962). Hz. Peygamberin Savaşları. Yenişafak. ISBN 975-473-284-1 s. 84.
  6. ^ Diyanet İşleri Başkanlığı, Mekke'nin Fethi URL erişim tarihi:04 Ağustos 2008
  7. ^ Sahih-i Buhari, Mekke'nin Fethi Gazası URL erişim tarihi:04 Ağustos 2008
  8. ^ Hamidullah, Muhammad. a.g.e. Yenişafak. s. 88.
  9. ^ İbn-i, Sa'd (1960). et-Tabakâtü'l-Kübrâ(Tabakat). c. 2 s.142.
  10. ^ İbnü'l, Esir. Üsdül-Gâbe fi Marifeti's-Sahabe. c. 2 s. 254.

20 Şubat 2011 Pazar

Büyük Aldanış: Dünya Hayatını Ahirete Tercih Etmek









İnsan hep aldanışlarının kurbanı olmuştur. Cennette meskunken, kulağına fısıldanan ebedi olma düşüncesi uğruna Rabbinin kendisi için belirlediği sınırı ihlal eden insan, bu aldanışının bedelini cennet yurdunu yitirerek ödemiştir. Ne var ki ödediği bu büyük bedel bile insanoğlunun yeryüzündeki hayat serüveni müddetince daha büyük aldanışlara yönelmesini, anlık gaflet ve aldanışların da ötesinde zaman zaman Rabbine karşı cephe almasını engelleyememiştir.


Şu ayetler, bir yaratılmışın yaratıcısına, kendisini yoktan var edip büyüten ve sayılamayacak nimetlerle donatan Rabbine karşı giriştiği bu yüzkarası isyana işaret etmektedir:

“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O'na varacaksın.” (İnşikak 84/6)“, “İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.” (Yasin 36/77), “O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.” (Nahl 16/4)

Evet, insan, bir damla meniden yaratılan insan, Rabbi kendisini büyütüp belli bir kuvvetle teçhiz edince kalktı Rabbine cephe alma nankörlüğünü gösterdi. Yoktan varedilğini unuttu da kalktı Rabbine hasım oluverdi.

Günümüzde de yeryüzü bu isyanın örnekleriyle dolu değil mi? Bir bakalım semtimize, ilimize, ülkemize; iyilikler mi ağır basıyor, kötülükler mi? Allah’a kulluk ve adalet mi ağır basıyor, zulüm ve tuğyan mı? Bir bakalım yeryüzü coğrafyasına, Allah’ın dinine karşı resmi politikalarla savaş yürütülmeyen kaç ülke var şu yeryüzünde? İslam’ın ya da onun doğrudan düşman kategorisinde gösterilmesinden çekinildiği yerlerde “irtica”nın hedef tahtasında olmadığı bölge yok denecek kadar az şu koca yeryüzünde. Her yerde İslam hedef tahtasında, her yerde Müslümanlar namlunun ucunda. Filistin, Irak, Çeçenistan, Keşmir, Afganistan... Kanayan yaralar hep İslam coğrafyası. İnsanlar, tıpkı Firavunlar ve Nemrudlar çağında olduğu gibi bugün de sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için zulümlere maruz kalıyor, Müslümanların yurtları talan ediliyor, evlerine tarlalarına el konuluyor.

İçerisine düştüğü aldanışların boyutunu Rabbine karşı açık isyana kadar götürmüş olan insanoğlu, tarihi boyunca akla hayale sığmayacak kötülüklere, zulümlere, soykırımlara imza atmıştır. Hiroşima ve Nagazaki’de üç gün arayla 340 bin insanı katleden ABD bu tuğyanın çağımızdaki zirvesini temsil etmektedir.

Şüphesiz insanın kendisini yoktan vareden Rabbine karşı isyan bayrağı açmasında etkili olan temel nedenlerden biri, ahiret inancını yitirmesi olmuştur. “Dünyada ne yaparsam yanıma kâr kalır” düşüncesi, ahiret inancının yitirilmesiyle ortaya çıkmış ve insanın canavarlaşmasında etkili olmuştur. Birçok insan da ahiret inancına sahip olduğunu zannetmekle ve iddia etmekle birlikte yaşamlarını bu inanç ekseninde kurmamış, dünya hayatını ahirete tercih etme yanılgısına düşmüşlerdir. Yüce Rabbimiz bu yanılgıyı şöyle haber veriyor:

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar.” (İnsan 76/27)

Çarçabuk geçen dünya hayatını tercih edip o çetin hesap gününü ve ahiret yaşamını ihmal etmek tarih boyu insanların en temel aldanışı olmuştur. Kur’an’ın bizlerden istediği dünya ve ahiret dengesini gözetmek ve hem dünya hayatında hem de ahirette mutluluğu yakalamamıza vesile olacak bir yaşam sürdürmemizdir. Kur’an, yalnızca dünya nimetlerini arzulayanların ebedi mutluluğu yakalayamayacağını belirtmekte, bunun yolunun hem dünyada hem de ahirette iyilik istenmesi ve bu yolda çaba gösterilmesi olduğunu öğretmektedir. Şu ayetler, bizleri dünya ve ahiret dengesini inşa etmeye çağırmaktadır:

“Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas - 28/77)

“...İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.

Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler.

İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah'ın hesabı çok süratlidir.” (Bakara 2/200-202)

“Ahiret de dünya da Allah'ındır.” (Necm 53/25)

Kur’an, bu şekilde bizleri hem dünya hem de ahiret hayatını mamur etmeye ve dünya-ahiret dengesini gözetmeye çağırırken, bu dengeyi gözetmeyip dünyaya meyledenleri ise şu ifadelerle uyarmaktadır:

“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez.” (Muhammed 47/36)

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” (İsra 17/18)

“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura 42/20)

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçilerin de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20)

“Artık kim azmışsa ,

Ve dünya hayatını ahirete tercih etmişse,

Şüphesiz cehennem (onun için) tek barınaktır.

Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için,

Şüphesiz cennet (onun) yegâne barınağıdır.” (Nazi’at 79/37-41)
İslam’ın en temel özelliklerinden biri, onun dünya-ahiret ve madde-mânâ dengesini esas alan bir din olmasıdır. İslam, her türlü aşırılığa, ifrat ve tefrite kapılarını kapatmıştır. O, vasat yoldur. Ne Batı uygarlığı gibi madde eksenli ve dünyevîdir, ne de Doğu uygarlıkları gibi tamamıyla dünya hayatını dışlayan bir anlayışa sahiptir. İslam’ın dünya görüşü dünya-ahiret dengesine dayalı, gerçekçi, berrak ve iki cihan saadetine dayalı bir yapıya sahiptir.

Çarçabuk geçen dünyayı kalıcı olan ahirete tercih eden insanların bu tercihi çok büyük bir aldanıştır, zira ebedî olanı bırakıp fani olana talip olmuşlardır. İnsanları bu aldanışın kendilerini uğratacağı acı akibet konusunda uyaran Kur’an, insanların dünyaya olan ölçüsüz teveccühlerinin aksine ahiret yurdunun daha hayırlı olduğunu bildirmekte ve insanları akletmeye, durumlarını gözden geçirmeye davet etmektedir:

“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret hayatı daha hayırlı, daha devamlıdır.” (A’la 87/16-17)

“Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan 76/27)

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebut 29/64)

“...Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” (Al-i İmran 3/14-15)

Kur’an birçok ayetinde dünya hayatıyla ahiret hayatını kıyaslamakta ve dünya hayatının geçiciliğini, bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu, oysa ahiret hayatının kalıcı ve asıl hayat olduğunu vurgulamaktadır. Kur’an’da dünya hayatının geçiciliği bazı misaller verilerek de anlatılmaktadır. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de, dünya hayatını yeryüzünde yaşanan ilkbahar ve sonbahar aylarını misal göstererek anlatmakta, baharda açan çiçeklerin, her yeri kaplayan yeşilliklerin daha sonra nasıl yok olup gittiğini misal vererek dünya hayatının geçiciliğini hatırlatmaktadır. Şu ayetler dünya hayatını ne kadar etkili bir şekilde tasvir etmektedir:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20)

“Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Yunus 10/24)

“Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.” (Kehf 18/45)

Kur’an’da, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki geçicilik-kalıcılık farkının misallerle anlatılması, mesajın insanlar tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. İnsanlara somut örnekler verilerek dünya hayatının geçiciliği zihinlerde canlandırılmaktadır.

Dünya hayatının aldatamadığı insanları ise yüce Rabbimiz asıl varılacak yer olan ahiret hayatında ebedi kurtuluşla müjdelemektedir:

“Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (Maide 5/119)

 



Şükrü Hüseyinoğlu

Copyright © iSLAMKENT, Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 17-Jun-2007.
(10566 Okunma).