28 Ocak 2012 Cumartesi

Mevlid Kandili, Kandiliniz mübarek olsun




Mevlid Kandili,  Kandiliniz mübarek olsun                                         
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." 
(Enbiyâ, 107)

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12.gecesi doğmuştur. Milâdî takvime göre ise bu, 571 yılı Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir.

O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti. 

O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.O gecenin sabahı gerçekten de feyizli bir sabahtı. İnsanlık için yepyeni bir gün doğmuş, aydınlık bir devir açılmıştı. Bir fazilet güneşi ve hidâyet meşalesi olan sevgili peygamberimizin gönderilişi, Yüce Allahın bütün insanlara en büyük nimetlerinden birisidir. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:


"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki  daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." 
(Âl-i İmrân, 164)

Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlid kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir.

Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir.

Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.

O âlemlerin Rabbinden, "Alemlere rahmet olarak gönderildi." Asırlara sığmayacak inkılapları birkaç sene içerisinde gerçekleştirdi. Evlâtlarını diri diri toprağa gömen babalar O'na ve getirdiği prensiplere iman ettikten sonra mükemmelleştiler, dünyaya insanlık, adalet ve medeniyet rehberi olacak hale geldiler. İnsanlar O'nun tek emriyle, kökü yüzlerce yıl derinde olan alışkanlıklarını bıraktı.  

O, yirminci asır insanının yüzyılda yerleştiremediği hakkı, hukuku, adâleti, hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını bir solukta yerleştirdi. Böylece cehâlet asrı bir saâdet asrı olup, çıktı. Nihayet asır, asırlara taştı. Ve O, çağlar ötesiyle kucaklaştı.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed kendisinden önceki peygamberler gibi sadece bir kavme veya millete değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. O'nun diğer peygamberlerden en farklı yönlerinden birisi budur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: 


"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler."
(Sebe, 28) 

İnsanlığın her zaman ve mekânda Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği ilâhî mesaja ve bu mesajın hayata geçirilmiş şekli olan onun sünnetine ihtiyacı vardır.  O'nu örnek almak, Kur'an'a uymaktır. Çünkü Hz. Aişe (r.a.)'nın ifâdesiyle O'nun ahlâkı Kur'an'dı. (Müslim, Misâfirîn, 139). Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in inananlar için en güzel örnek olduğunu bildirmekte ve bu hususta şöyle buyurulmaktadır: 


"Andolsun, Allah'ın rasûlünde sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için ve Allah'ı çok ananlar için güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21)

Bu geceyi nasıl ihya edelim?

Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan biz müminlere ne mutlu!  Bu geceyi vesile bilerek, O'na ümmet olmanın şuuruna erebilmek,  Bu gecenin manevî zenginliğinden istifâde etmek için en azından bir Tesbih Namazı kılalım, bir de Hatm-i Enbiyâ yapalım. 

O'na  ümmet olan müminlere gevşeklik yakışmaz. 

Unutmayalım...  

Alemlere rahmet olarak gönderilen muazzez Peygamberimizin, doğumunu anarken, yalnız mevlid okumak, ilahiler söylemek ve kandil simidi dağıtmak yeterli değildir, sadece bu geceyi yaşamak yeterli değildir. Yüce Allah'ın sevgisine, hoşnutluğuna ve bağışlamasına ermenin yegâne yolu, Peygamberimizin yolundan gitmektir...



"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın..."  
(Âl-i İmrân, 31)






23 Ocak 2012 Pazartesi

Kehf Suresi Okunusu Meali ve Fazileti

Kehf Suresi 1


Kehf Suresi 2


Kehf Suresi'ni, cuma gecesi ve gündüzü okumanın çok faziletli olduğuyla ilgili hadisler vardır. Örneğin: 

"Cuma gecesi Kehf suresini okuyan, Kıyamette, yerden göğe kadar bir nurla aydınlanır. İki cuma arasında işlediği (küçük) günahlar da affolur." (Değişik rivayetler için bk. et-Terğıbü ve't-Terhib, Kitabu'l-Cuma,  1/512-513) 

Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur: 

"Kim, Kehf sûresinin evvelinden (bir rivayette sonundan) on âyet ezberlerse, Deccâl'den korunmuş olur." (Müslim, Müsâfirûn, 257; Ebû Dâvud, Menâhim, 14; Tirmizi, Fiten, 59; İbn Mâce, Fiten, 33).

Bismillâhirrahmânirrahîm

18/KEHF-1: El hamdulillâhillezî enzele alâ abdihil kitâbe ve lem yec'al lehu ıvecâ(ıvecen).
Allah'a hamdolsun ki O, kuluna Kitab'ı (Kur'ân-ı Kerim'i) indirdi. Ve O'nda, bir eğrilik kılmadı.


18/KEHF-2: Kayyimen li yunzire be'sen şedîden min ledunhu ve yubeşşirel mu'minînellezîne ya'melûnes sâlihâti enne lehum ecren hasenâ(hasenen).
(Kur'ân-ı Kerim), kayyum (kıyâmete kadar devam edecek) olarak, katından şiddetli azapla uyarmak ve salih amel yapan mü'minlere en güzel ecrin onların olduğunu müjdelemek için (indirildi).


18/KEHF-3: Mâkisîne fîhi ebedâ(ebeden).
Orada ebedî olarak kalıcıdırlar (kalacaklardır).


18/KEHF-4: Ve yunzirellezîne kâlûttehazellâhu veledâ(veleden). 
Ve (Kur'ân-ı Kerim), “Allah, bir çocuk edindi.” diyenleri uyarır.


18/KEHF-5: Mâ lehum bihî min ilmin ve lâ li âbâihim, keburet kelimeten tahrucu min efvâhihim, in yekûlûne illâ kezibâ(keziben). 
Onların ve babalarının (atalarının), ona (buna; Allah'ın evlât edinmeyeceğine) dair bir ilimleri yoktur. Onların ağızlarından çıkan kelimeler (sözler) çok büyük! Onlar, (söylerlerse) ancak yalan söylüyorlar.


18/KEHF-6: Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yu'minû bi hâzel hadîsi esefâ(esefen).
Bu durumda eğer onlar, (Kur'ân-ı Kerim'deki) bu sözlere inanmazlarsa, onların arkalarından üzülerek neredeyse kendini helâk edeceksin.


18/KEHF-7: İnnâ cealnâ mâ alel ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ(amelen).
Muhakkak ki Biz, yeryüzünde olan şeyleri, onların hangisi daha güzel amel edecek diye imtihan etmemiz için, ona (arza) ziynet kıldık.


18/KEHF-8: Ve innâ le câilûne mâ aleyhâ saîden curuzâ(curuzen). 
Ve muhakkak ki onun (arzın) üzerinde olan şeyleri, kuru toprak yapacak olan elbette Biziz.


18/KEHF-9: Em hasibte enne ashâbel kehfi ver rakîmi kânû min âyâtinâ acabâ(acaben). 
Yoksa sen, Ashabel Kehf ve Rakîm'in, bizim acayip âyetlerimizden biri olduğunu mu sandın?


18/KEHF-10: İz evel fityetu ilel kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi' lenâ min emrinâ reşedâ(reşeden).
Gençler mağaraya sığındıkları zaman şöyle dediler: “Rabbimiz, bize Senin katından bir rahmet ver. Ve bize emrimizden (bizim içimizden, senin emirlerinden bize ait olan rahmet ve salâvâtı ulaştıracak kişiyi) mürşidi tayin et.”


18/KEHF-11: Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ(adeden).
Böylece mağarada kulakları üzerine (kalplerinin zikrini duyabilmeleri için yan üstü) senelerce yatırdık (uyuttuk).


18/KEHF-12: Summe beasnâhum li na'leme eyyul hızbeyni ahsâ limâ lebisû emedâ(emeden).
Sonra ne kadar süre kaldıklarını, iki topluluktan hangisinin daha iyi hesap edeceğini bilmemiz (belirtmemiz) için onları beas ettik (dirilttik, uyandırdık).


18/KEHF-13: Nahnu nakussu aleyke nebeehum bil hakk(hakkı), innehum fityetun âmenû bi rabbihim ve zidnâhum hudâ(huden).
Biz, sana onların haberlerini gerçek olarak kıssa ediyoruz. Muhakkak ki onlar, Rab'lerine âmenû olmuş gençlerdi. Ve onlara hidayeti artırdık.


18/KEHF-14: Ve rabatnâ alâ kulûbihim iz kâmû fe kâlû rabbunâ rabbus semâvâti vel ardı len ned'uve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şetatâ(şetaten).
Onların kalpleri üzerine rabıta kurduk (kalplerini Bize bağladık). Ayağa kalktıkları zaman (kalkınca) şöyle dediler: “Bizim Rabbimiz, semaların ve arzın Rabbidir. O'ndan başkasına ilâh olarak asla dua etmeyiz. Öyle yaparsak, andolsun ki haddi aşarak yanlış söylemiş olurduk.”


18/KEHF-15: Hâulâi kavmunettehazû min dûnihî âliheh(âliheten), lev lâ ye'tûne aleyhim bi sultânin beyyin(beyyinin), fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ(keziben).
İşte bu bizim kavmimizdir. Onlara açıkça bir delil (sultan) gelmemesine rağmen Allah'tan başkasını ilâhlar edindiler. Öyleyse Allah'a yalanla iftira edenden daha zalim kim vardır?


18/KEHF-16: Ve izi'tezeltumûhum ve mâ ya'budûne illâllâhe fe'vû ilel kehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihî ve yuheyyi' lekum min emrikum mirfekâ(mirfekan).
Ve siz, Allah'tan başkasına kul olmayarak onlardan ayrıldığınız zaman artık bir mağaraya sığının! Rabbiniz size rahmetini neşretsin (ulaştırsın). Ve size, refik (destek) olarak işlerinizi kolaylaştırsın.


18/KEHF-17: Ve tereş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh(minhu), zâlike min âyâtillâh(âyâtillâhi), men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah'ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah'a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.


18/KEHF-18: Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûd(rukûdun), ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâl(şimâli), ve kelbuhum bâsitun zirâayhi bil vasîd(vasîdi), levittala'te aleyhim le velleyte minhum firâren ve le muli'te minhum ru'bâ(ru'ben).
Ve onlar, uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın. Ve onları sağa ve sola doğru çeviririz. Onların köpeği, ön ayaklarını (mağaranın) giriş kısmına uzatmış vaziyettedir. Eğer sen, onlara muttali olsaydın (yakından görseydin), mutlaka onlardan kaçarak (geri) dönerdin. Ve mutlaka sen, onlardan korkuyla dolardın (çok korkardın).


18/KEHF-19: Ve kezâlike beasnâhum li yetesâelû beynehum, kâle kâilun minhum kem lebistum, kâlû lebisnâ yevmen ev ba'da yevm(yevmin), kâlû rabbukum a'lemu bi mâ lebistum feb'asû ehadekum bi verıkıkum hâzihî ilel medîneti fel yanzur eyyuhâ ezkâ taâmen fel ye'tikum bi rızkın minhu vel yetelattaf ve lâ yuş'ırenne bikum ehadâ(ehaden).
Ve böylece aralarında sorsunlar diye onları dirilttik (uyandırdık). Onlardan konuşan biri şöyle dedi: “Ne kadar kaldınız?” “Günün bir kısmı veya bir gün (kadar).” dediler. (Diğerleri de): “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir.” dediler. Artık sizden birisini, sizin bu gümüş paranızla şehre gönderin. Böylece en temiz yiyecek hangisi, baksın (da) ondan size bir rızık getirsin. Ve tedbirli (dikkatli) olsun. Sakın sizi bir kimseye sezdirmesin (varlığınızı hiç kimseye hissettirmesin).


18/KEHF-20: İnnehum in yazherû aleykum yercumûkum ev yuîdûkum fî milletihim ve len tuflihû izen ebedâ(ebeden).
Muhakkak ki onlar, eğer size karşı gâlip gelirlerse, sizi taşlarlar veya sizi kendi dînlerine döndürürler. O zaman asla ebediyyen kurtuluşa eremezsiniz.


18/KEHF-21: Ve kezâlike a'sernâ aleyhim li ya'lemû enne va'dallâhi hakkun ve ennes sâate lâ reybe fîhâ, iz yetenâzeûne beynehum emrehum fe kâlûbnû aleyhim bunyânâ(bunyânen), rabbuhum a'lemu bihim, kâlellezîne galebû alâ emrihim le nettehızenne aleyhim mescidâ(mesciden). 
Ve böylece “Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve o saat (kıyâmet) hakkında şüphe olmadığını” bilsinler diye onları (şehir halkına) bildirdik. Aralarında onların durumu hakkında niza ediyorlar (çekişiyorlar)dı. “Onların üzerine binalar inşa edin.” dediler. Onların Rabbi, onları en iyi bilir. Onların işlerinde gâlip olanlar (sözü geçenler): “Onların üzerine mutlaka mescid yapacağız.” dedi.


18/KEHF-22: Se yekûlûne selâsetun râbiuhum kelbuhum, ve yekûlûne hamsetun sâdisuhum kelbuhum recmen bil gayb(gaybi), ve yekûlûne seb'atun ve sâminuhum kelbuhum, kul rabbî a'lemu bi ıddetihim mâ ya'lemuhum illâ kalîl(kalîlun), fe lâ tumâri fîhim illâ mirâen zâhirâ(zâhiren), ve lâ testefti fîhim minhum ehâdâ(ehâden).
Ve gaybı taşlayarak (bilmeden tahminde bulunarak) diyecekler ki: “(Onların sayısı) üçtür, dördüncü onların köpeğidir.” “Beştir, altıncı onların köpeğidir.” diyecekler. Ve “Yedidir, sekizinci onların köpeğidir.” diyecekler. De ki: “Onların adedini en iyi Allah bilir. Pek azı hariç, onlar bilmezler.” Onlar hakkında, zahir olandan (bilinenden) başka tartışma (mücâdele etme)! Onlar hakkında, onlardan birisine soru sorma (açıklama isteme)!


18/KEHF-23: Ve lâ tekûlenne li şey'in innî fâılun zâlike gadâ(gaden). 
Bir şey hakkında “Ben, bunu yarın mutlaka yapacağım deme.”


18/KEHF-24: İllâ en yeşâallâhu vezkur rabbeke izâ nesîte ve kul asâ en yehdiyeni rabbî li akrabe min hâzâ reşedâ(reşeden).
Ancak Allah'ın dilemesiyle (yapacağım de). Ve unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: “Rabbimin beni (Allah'a) bundan daha yakın (daha üstün) bir irşad seviyesine ulaştırmasını umarım.”


18/KEHF-25: Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tis'â(tis'an).
Onlar, mağaralarında 9 fazlasıyla 300 yıl kaldılar.


18/KEHF-26: Kulillâhu a'lemu bimâ lebisû, lehu gaybus semâvâti vel ard(ardı), ebsır bihî ve esmı', mâ lehum min dûnihî min veliyyin ve lâ yuşriku fî hukmihî ehadâ(ehaden).
De ki: “Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir.” Semaların ve arzın gaybı, O'na (Allah'a) aittir. Onu (gaybı) en iyi işitir, en iyi görür. Onların, O'ndan başka dostları yoktur. Hükmüne kimseyi ortak etmez.


18/KEHF-27: Vetlu mâ ûhıye ileyke min kitâbi rabbik(rabbike), lâ mubeddile li kelimâtihî ve len tecide min dûnihî multehadâ(multehaden).
Sana, Rabbinin Kitab'ından, vahyolunanı oku! O'nun kelimesini değiştirecek yoktur. Ve O'ndan (Allah'tan) başka yönelinecek bulamazsın (yönelinecek yoktur).


18/KEHF-28: Vasbır nefseke meallezîne yed'ûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ ta'du aynâke anhum, turîdu zînetel hayâtid dunyâ ve lâ tutı' men agfelnâ kalbehu an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ(furutan).
Sabah akşam, O'nun Vechi'ni (Zat'ını) isteyerek Rabbine dua edenlerle beraber nefsini sabırlı tut. Dünya hayatının ziynetini dileyerek gözünü onlardan çevirme! Kalbini zikrimizden gâfil kıldığımız ve hevasına (heveslerine) tâbî olan kimselere isteyerek, işinde haddi aşmış olanlara itaat etme!


18/KEHF-29: Ve kulil hakku min rabbikum fe men şâe fel yu'min ve men şâe fel yekfur innâ a'tednâ liz zâlimîne nâren ehâta bihim surâdikuhâ, ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh(vucûhe), bi'seş şerab(şerabu) ve sâet murtefekâ(murtefekan).
De ki: “Hak Rabbinizdendir.” Bundan sonra artık dileyen inansın ve dileyen inkâr etsin. Muhakkak ki Biz, zalimler için kenarları, onları (kâfirleri) ihata eden (saran, kaplayan) bir ateş hazırladık. Ve eğer onlar yağmur isterlerse (ateşe karşı), erimiş maden gibi koyu ve kaynar, yüzleri kavuran bir su yağdırılır. Ne kötü bir içecek ve ne kötü bir dost (yardımcı).


18/KEHF-30: İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti innâ lâ nudîu ecre men ahsene amelâ(amelen).
Muhakkak ki âmenû olanlar (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenler) ve salih amel (nefs tezkiyesi) yapanlar, Biz kesinlikle en güzel amel işleyen kimselerin ecrini (karşılığını) zayi etmeyiz.


18/KEHF-31: Ulâike lehum cennâtu adnin tecrî min tahtihimul enharu yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve yelbesûne siyâben hudren min sundusin ve istebrekın muttekiîne fîhâ alel erâik(erâiki), ni'mes sevâb(sevâbu), ve hasunet murtefekâ(murtefekan).
İşte onlara (onlar için) adn cennetleri vardır. Onların altından nehirler akar. Orada altın (dan) bileziklerle süslenirler. İnce ipek ve atlastan yeşil elbiseler giyerler. Orada tahtlar üzerine yaslanırlar. Ne güzel bir sevap ve ne güzel bir destek.


18/KEHF-32: Vadrıb lehum meselen raculeyni cealnâ li ehadihimâ cenneteyni min a'nâbin ve hafefnâhumâ bi nahlin ve cealnâ beynehumâ zer'â(zer'an).
Onlara, iki adamın durumunu örnek ver. İkisinden birisine üzüm bağından iki bahçe kıldık (yaptık). Ve ikisini de hurmalıklarla kuşattık (çevirdik). Ve ikisinin arasında ekinler bitirdik.


18/KEHF-33: Kiltel cenneteyni âtet ukulehâ ve lem tazlim minhu şey’en ve feccernâ hılâlehumâ neherâ(neheren).
İki bahçenin ikisi de meyvelerini verdi. Ve ondan bir şey eksik kalmadı. İkisinin arasından bir nehir akıttık.


18/KEHF-34: Ve kâne lehu semer(semerun), fe kâle li sâhıbihî ve huve yuhâviruhû ene ekseru minke mâlen ve eazzu neferâ(neferen).
Ve onun serveti (de) vardı. Bu sebeple arkadaşı ile konuşurken ona: “Benim senden daha çok malım var ve (ailemdeki) fertler bakımından senden daha üstünüm.” dedi.


18/KEHF-35: Ve dehale cennetehu ve huve zâlimun li nefsih(nefsihî), kâle mâ ezunnu en tebîde hâzihî ebedâ(ebeden).
Ve o, nefsine zulmederek bahçesine girdi. Şöyle dedi: “Bunun (bu bağın) ebediyyen helâk olacağını zannetmiyorum.”


18/KEHF-36: Ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in rudidtu ilâ rabbî le ecidenne hayren minhâ munkalebâ(munkaleben). 
Ve ben, (kıyâmet) saatinin kaim olacağını (vukû bulacağını) zannetmiyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem mutlaka ondan daha hayırlısına dönüşmüş olanı bulurum.


18/KEHF-37: Kâle lehu sâhıbuhu ve huve yuhâviruhû e keferte billezî halakake min turâbin summe min nutfetin summe sevvâke raculâ(raculen).
Onunla konuşan (sohbet eden) arkadaşı, ona dedi ki: “Seni, (önce) topraktan, sonra bir nutfeden (bir damla sudan) yaratan sonra da seni bir adam hüviyetine sevva (dizayn) edeni (Allah'ı), sen inkâr mı ediyorsun?”


18/KEHF-38: Lâkinne huvallâhu rabbî ve lâ uşriku bi rabbî ehadâ(ehaden).
Fakat O, Allah ki; benim Rabbimdir. Ve ben, Rabbime hiçbir şey ile şirk koşmam.


18/KEHF-39: Ve lev lâ iz dehalte cenneteke kulte mâ şâallâhu lâ kuvvete illâ billâh(billâhi), in tereni ene ekalle minke mâlen ve veledâ(veleden).
Beni mal ve evlât (bakımından) daha az (yetersiz) görsen bile, sen bahçene girdiğin zaman: “(Bu bağ), Allah'ın dilediği (bağ)dır. Allah'tan başka kuvvet yoktur.” deseydin olmaz mıydı?”


18/KEHF-40: Fe asâ rabbî en yu’tiyeni hayran min cennetike ve yursile aleyhâ husbânen mines semâi fe tusbiha saîden zelekâ(zelekan).
Belki Rabbim, bana senin bahçenden daha hayırlısını verir. Ve onun (senin bahçenin) üzerine semadan (husbân) felâketler gönderir. Böylece kaygan bir toprak haline gelir.


18/KEHF-41: Ev yusbiha mâuhâ gavren fe len testetîa lehu talebâ(taleben).
Veya onun (bahçenin) suyu, yerin içine çekilir. Artık onu elde etmeye asla gücün yetmez (sen muktedir olamazsın).


18/KEHF-42: Ve uhîta bi semerihî fe asbeha yukallibu keffeyhi alâ mâ enfeka fîhâ ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ ve yekûlu yâ leytenî lem uşrik bi rabbî ehadâ(ehaden). 
Onun (o kimsenin) ürünleri ihata edildi (mahvedildi). Ve çardakları, (bahçenin) üzerine yıkılmış haldeydi. Orada sarfettiği (emek ve para) için ellerini (avuçlarını) ovuşturuyor ve “Keşke ben, Rabbime (hiç)bir şeyle şirk koşmasaydım.” diyor(du).


18/KEHF-43: Ve lem tekun lehu fietun yansurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne muntesirâ(muntesiren).
Ve Allah'tan başka ona yardım edecek kimseler yoktu. Ve o, yardım alan (yardım edilen) olmadı.


18/KEHF-44: Hunâlikel velâyetu lillâhil hakk(hakkı), huve hayrun sevâben ve hayrun ukbâ(ukben).
İşte burada velâyet (yardım, dostluk) Allah'a ait bir haktır. O (Allah), sevap (mükâfat) açısından da akıbet (sonuç) açısından da hayırlıdır.


18/KEHF-45: Vadrıb lehum meselel hayâtid dunyâ ke mâin enzelnâhu mines semâi fahteleta bihî nebâtul ardı fe asbeha heşîmen tezrûhur riyâh(riyâhu), ve kânallâhu alâ kulli şey'in muktedirâ(muktediren).
Onlara dünya hayatını örnek ver ki; o, semadan indirdiğimiz su gibidir. Yeryüzünün nebatları (bitkileri), onunla karıştı (yeşerdi, büyüdü). Sonra da kuruyup, ufalandı ki rüzgâr, onu savurur. Ve Allah, herşeye muktedir olandır (gücü yetendir).


18/KEHF-46: El mâlu vel benûne zînetul hayâtid dunyâ, vel bâkıyâtus sâlihâtu hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun emelâ(emelen). 
Mal ve çocuklar dünya hayatının ziynetidir (süsüdür). Bâki (kalıcı) olan salih ameller (nefsi ıslâh edici ameller), sevap olarak ve emel (ümit) olarak, Rabbinin katında daha hayırlıdır.


18/KEHF-47: Ve yevme nuseyyirul cibâle ve terel arda bârizeten ve haşernâhum fe lem nugâdir minhum ehadâ(ehaden). 
Ve o gün dağları yürüteceğiz. Ve (o gün) yeryüzünü bariz (açık ve net) olarak görürsün. Ve onları, (huzurumuzda) haşredip toplamak suretiyle (insanlardan) onlardan (hiç) birini bırakmayacağız.


18/KEHF-48: Ve uridû alâ rabbike saffâ(saffen), lekad ci'tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merreh(merretin), bel zeamtum ellen nec'ale lekum mev'ıdâ(mev'ıden).
Saf saf Rabbine arz olundular (sunulacaklar). Andolsun ki siz, Bize, ilk yarattığımız gibi geldiniz (geleceksiniz). Hayır, size vaadedileni yapmayacağımız zannında bulundunuz.


18/KEHF-49: Ve vudıal kitâbu fe terel mucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi ve yekûlûne yâ veyletenâ mâli hâzel kitâbi lâ yugâdiru sagîreten ve lâ kebîreten illâ ahsâhâ, ve vecedû mâ amilû hâdırâ(hâdıren), ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ(ehaden). 
Ve kitap (hayat filmi ortaya) kondu. O zaman mücrimleri görürsün. Onun (kitabın) içindekilerden korkarlar ve “Bize yazıklar olsun. Bu kitap, nasıl ki (nasıl bir kitap ki), küçük ve büyük hiçbir şeyi sayıp hesap etmeden bırakmıyor.” derler. Ve yaptıkları şeyleri (hayat filmlerinde) hazır buldular. Ve senin Rabbin, (hiç) kimseye zulmetmez.


18/KEHF-50: Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen).
Ve meleklere, “Âdem'e secde edin.” demiştik. İblis hariç, hemen secde ettiler. O cinlerdendi. Böylece Rabbinin emrini (yapmayarak) fıska düştü. Hâlâ onu ve onun zürriyyetini (neslini), onlar sizin düşmanınız (olduğu halde), Benim yerime dostlar mı ediniyorsunuz? Zalimler için ne kötü bir bedel (cehennem).


18/KEHF-51: Mâ eşhedtuhum halkas semâvâti vel ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehızel mudıllîne adudâ(aduden).
Ben, onları (iblis ve zürriyyetini) semaların ve arzın yaratılışına ve onların (kendilerinin de) yaratılışına şahit tutmadım. Ve Ben, dalâlette bırakanları yardımcı edinmedim.


18/KEHF-52: Ve yevme yekûlu nâdû şurekâiyellezîne zeamtum fe deavhum fe lem yestecibû lehum ve cealnâ beynehum mevbikâ(mevbikan).
O gün (kıyâmet günü Allahû Tealâ) şöyle diyecek: “Benim ortaklarım olduğu, zannında bulunduğunuz şeyleri çağırın!” Böylece onları davet ettiler (edecekler). Fakat onlara (kâfirlere), icabet etmediler (etmeyecekler). Ve onların aralarına helâk edici (bir engel) kıldık (kılacağız).


18/KEHF-53: Ve reel mucrimûnen nâre fe zannû ennehum muvâkıûhâ ve lem yecidû anhâ masrifâ(masrifen).
Ve mücrimler, ateşi (cehennemi) gördü. O zaman içine düşeceklerini zannettiler (idrak ettiler). Ve ondan uzaklaşacak (kaçacak) bir yer bulamadılar.


18/KEHF-54: Ve lekad sarrafnâ fî hâzel kur'âni lin nâsi min kulli mesel(meselin), ve kânel insânu eksere şey'in cedelâ(cedelen).
Ve andolsun ki; bu Kur'ân-ı Kerim'de, insanlara bütün meseleleri (misalleri) açıkladık. Ve insan, konuların çoğunda cidalleşen (kavga eden)dir.


18/KEHF-55: Ve mâ menean nâse en yu’minû iz câe humul hudâ ve yestagfirû rabbehum illâ en te’tiyehum sunnetul evvelîne ev ye’tiyehumul azâbu kubulâ(kubulen).
Ve insanları, onlara hidayet geldiği (hidayete davet edildikleri) zaman Rab'lerinin mağfiretini dilemekten ve mü'min olmaktan men eden (alıkoyan) şey, sadece evvelkilerin sünnetinin, onların başına gelmemesi veya azapla karşı karşıya kalmamalarıdır.


18/KEHF-56: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), ve yucâdilullezîne keferû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka vettehazû âyâtî ve mâ unzirû huzuvâ(huzuven).
Biz, resûlleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kâfirler (ise) hakkı bâtılla iptal etmek için mücâdele ederler. Âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay (konusu) ederler.


18/KEHF-57: Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî fe a’rada anhâ ve nesiye mâ kaddemet yedâh(yedâhu), innâ cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakren) ve in ted’uhum ilel hudâ fe len yehtedû izen ebedâ(ebeden).
Rabbinin âyetleri zikredildiği (hatırlatıldığı) zaman ondan yüz çeviren ve elleriyle takdim ettiklerini (günahlarını) unutan kimseden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki Biz, onların kalplerinin üzerine (fıkıh etmeyi engelleyen) ekinnet kıldık. Ve onların kulaklarında (işitmeyi engelleyen) vakra vardır. Sen, onları hidayete davet etsen de bundan sonra onlar, ebediyyen asla hidayete eremezler.


18/KEHF-58: Ve rabbukel gafûru zur rahmeh(rahmeti), lev yuâhızuhum bi mâ kesebû le accele lehumul azâb(azâbe), bel lehum mev’ıdun len yecidû min dûnihî mev’ilâ(mev’ilen).
Senin Rabbin, mağfiret ve rahmet sahibidir. Eğer onları muaheze etseydi (sorgulasaydı) elbette onlara azap için acele ederdi. Hayır, onlara, vaadedilmiş bir zaman vardır. Onlar, O'ndan (Allah'tan) başka sığınacak bir yer asla bulamazlar.


18/KEHF-59: Ve tilkel kurâ ehleknâhum lemmâ zalemû ve cealnâ li mehlikihim mev’ıdâ(mev’ıden).
Ve işte o ülkeler (halkı), zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Ve onların helâk edilmesi için bir zaman kıldık (tayin ettik).


18/KEHF-60: Ve iz kâle mûsâ li fetâhu lâ ebrehu hattâ ebluga mecmeal bahreyni ev emdıye hukubâ(hukuben).
Ve Musa, genç arkadaşına: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar (yoluma) devam edeceğim veya senelerce (uzun süre) gideceğim.” demişti.


18/KEHF-61: Fe lemmâ belega mecmea beynihimâ nesiyâ hûtehumâ fettehaze sebîlehu fîl bahri serebâ(sereben). 
Böylece ikisinin (iki denizin) birleştiği yere ulaştıkları zaman ikisi de balığı unuttu. O zaman (balık), denizin içine doğru kendi yolunu tuttu.


18/KEHF-62: Fe lemmâ câvezâ kâle li fetâhu âtinâ gadâenâ lekad lekînâ min seferinâ hâzâ nasabâ(nasaben). 
(Buluşma yerini) geçtikten sonra (Musa A.S) genç arkadaşına (şöyle) dedi: “Sabah kahvaltımızı getir. Andolsun ki bu yorgunluğa, yolculuğumuz sebebiyle maruz kaldık.”


18/KEHF-63: Kâle eraeyte iz eveynâ ilas sahrati fe innî nesîtul hût(hûte), ve mâ ensânîhu illeş şeytânu en ezkureh(ezkurehu), vettehaze sebîlehu fîl bahri acebâ(aceben).
(Genç şöyle) dedi: “Gördün mü kayaya sığındığımız zaman ben gerçekten balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. Ve o (balık), acayip bir şekilde denizin içine doğru kendi yolunu tuttu.”


18/KEHF-64: Kâle zâlike mâ kunnâ nebgı ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ(kasasan).
(Musa A.S): “Bizim aradığımız şey, işte bu.” dedi. Böylece kendi izlerini takip ederek geri döndüler.


18/KEHF-65: Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ(ilmen). 
Böylece katımızdan, kendisine rahmet verdiğimiz ve ledun (gizli) ilmimizden öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular.


18/KEHF-66: Kâle lehu mûsâ hel ettebiuke alâ en tuallimeni mimmâ ullimte ruşdâ(ruşden). 
Musa (A.S) ona şöyle dedi: “Rüşde ulaşmak üzere, sana öğretilen (ilmi ledun) den bana öğretmen için, sana tâbî olabilir miyim?”


18/KEHF-67: Kâle inneke len testetîa maiye sabrâ(sabren). 
(Hızır A.S): “Muhakkak ki sen, benim maiyetimde (iken vuku bulacak olaylara) sabretmeye asla güç yetiremezsin.” dedi.


18/KEHF-68: Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ(hubren). 
Ve haberdar edilmediğin cihetle, ihata edemediğin şeye nasıl sabredeceksin?


18/KEHF-69: Kâle se tecidunî inşâallahu sâbiren ve lâ a’sî leke emrâ(emren).
(Musa A.S): “İnşaallah (Allah dilerse), beni sabırlı bulacaksın. Ve sana emirlerde asi olmayacağım.” dedi.


18/KEHF-70: Kâle fe initteba’tenî fe lâ tes’elnî an şey’in hattâ uhdise leke minhu zikrâ(zikren). 
(Hızır A.S): “Bana tâbî olduğun taktirde, sana anlatmadığım konularda (anlatmadıkça) bana bir şey sorma.” dedi.


18/KEHF-71: Fentalakâ, hattâ izâ rakibâ fîs sefîneti harakahâ kâle e haraktehâ li tugrika ehlehâ, lekad ci’te şey’en imrâ(imren).
Böylece ikisi (yola) çıktılar. Gemiye bindikleri zaman onu deldi. (Musa A.S): “Onun ehlini (gemide bulunanları), boğmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen, (vebali) büyük bir iş yaptın.” dedi.


18/KEHF-72: Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ(sabren).
(Hızır A.S şöyle) dedi: “Muhakkak ki sen, benimle beraber sabırlı olmaya asla güç yetiremezsin, demedim mi?”


18/KEHF-73: Kâle lâ tuâhıznî bimâ nesîtu ve lâ turhıknî min emrî usrâ(usren).
(Musa A.S): “Unutmam sebebiyle beni muaheze etme (azarlama), (bana verdiğin) emirlerinde, bana zorluk çıkarma.” dedi.


18/KEHF-74: Fentalekâ, hattâ izâ lekıyâ gulâmen fe katelehu kâle e katelte nefsen zekiyyeten bi gayri nefs(nefsin), lekad ci’te şey’en nukrâ(nukren).
Böylece bir (erkek) çocuğa rastlayıncaya kadar gittiler. (Hızır A.S), onu (çocuğu) öldürdü. (Musa A.S): “Sen, temiz (masum) bir kişiyi (başka) bir nefse karşılık olmaksızın mı öldürdün? Andolsun ki sen, kötü (şeriate uymayan) bir şey yaptın.” dedi.


18/KEHF-75: Kâle e lem ekul leke inneke len testetîa maıye sabrâ(sabren).
(Hızır A.S şöyle) dedi: “Sana, 'muhakkak ki sen, benimle beraber sabırlı olmaya asla güç yetiremezsin.' demedim mi?”


18/KEHF-76: Kâle in seeltuke an şey’in ba’dehâ fe lâ tusâhıbnî, kad belagte min ledunnî uzrâ(uzren). 
(Musa A.S) şöyle dedi: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme! (Benimle arkadaşlık etmemen için) benim tarafımdan (kabul edilebilir) bir özüre ulaşmış oldun.”


18/KEHF-77: Fentalekâ, hattâ izâ eteyâ ehle karyetin istat’amâ ehlehâ fe ebev en yudayyifûhumâ fe vecedâ fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda fe ekâmeh(ekâmehu), kâle lev şi’te lettehazte aleyhi ecrâ(ecren).
Böylece ikisi yola çıktılar. Bir kasabanın halkına geldikleri zaman onun (şehrin) halkından, yemek istediler. Fakat onları (ikisini), misafir etmekten (şehirdekiler) çekindiler. Orada yıkılmak üzere bir duvar buldular. (Hızır A.S), hemen onu düzeltti. (Musa A.S) dedi ki: “Eğer sen dileseydin, elbette onun (bu hizmetin) için bir ücret alırdın.”


18/KEHF-78: Kâle hâzâ firâku beynî ve beynik(beynike), se unebbiuke bi te’vîli mâ lem testetı’ aleyhi sabrâ(sabren). 
(Hızır A.S) şöyle dedi: “Bu, benimle senin aranda ayrılıktır. Sabırlı olmaya güç yetiremediğin şey(ler)in tevîlini (yorumunu) sana haber vereceğim.”


18/KEHF-79: Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne ya’melûne fîl bahri fe eradtu en eîbehâ ve kâne verâehum melikun ye’huzu kulle sefînetin gasbâ(gasben).
Lâkin gemi, denizde çalışan fakirlerindi. Onu kusurlu yapmak istedim. Onların arkasında, bütün gemileri gasbederek (zorla) alan bir melik (kral) vardı.


18/KEHF-80: Ve emmel gulâmu fe kâne ebevâhu mu’mineyni fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ(kufren).
Fakat çocuğa (çocuk meselesine) gelince, onun anne ve babası mü'minlerdi. Onları azgınlık ve küfre (inkâra) sürüklemesinden korktuk.


18/KEHF-81: Fe erednâ en yubdilehumâ rabbuhumâ hayren minhu zekâten ve akrebe ruhmâ(ruhmen). 
Böylece onların Rabbinin, onu (öldürülen genci) ondan daha hayırlı, temiz ve merhamete daha yakın olanla değiştirmesini istedik.


18/KEHF-82: Ve emmel cidâru fe kâne li gulâmeyni yetîmeyni fîl medîneti ve kâne tahtehu kenzun lehumâ ve kâne ebûhumâ sâlihâ(sâlihan), fe erâde rabbuke en yeblugâ eşuddehumâ ve yestahricâ kenzehumâ rahmeten min rabbik(rabbike) ve mâ fealtuhu an emrî, zâlike te’vîlu mâ lem testı’ aleyhi sabrâ(sabren). 
Ve duvar ise şehirde iki yetim (erkek) çocuğa aitti. Onun altında, onlara ait bir define vardı. Ve onların babası salih (bir kimse) idi. Bu sebeple Rabbin, o ikisinin gençlik çağına erişmesini ve Rabbinden bir rahmet olarak, defineyi çıkarmalarını istedi. Ve ben, onu kendi emrim ile (kendi isteğimle) yapmadım (Allah'ın emriyle yaptım). İşte bu, sabırlı olmaya güç yetiremediğin şeylerin (olayların) yorumudur.


18/KEHF-83: Ve yes’elûneke an zil karneyn(karneyni), kul se etlû aleykum minhu zikrâ(zikren).
Ve sana “Zülkarneyn”den sorarlar. De ki: “Ondan bahsederek size tilâvet edeceğim (açıklayacağım).”


18/KEHF-84: İnnâ mekkennâ lehu fîl ardı ve âteynâhu min kulli şey’in sebebâ(sebeben). 
Muhakkak ki Biz, onu yeryüzünde kuvvetlendirdik (destekledik). Ve ona sebep olan herşeyden verdik.


18/KEHF-85: Fe etbea sebebâ(sebeben).
Böylece bir sebebe tâbî oldu (yola koyuldu).


18/KEHF-86: Hattâ izâ belega magribeş şemsi vecedehâ tagrubu fî aynin hamietin ve vecede indehâ kavmâ(kavmen), kulnâ yâ zel karneyni immâ en tuazzibe ve immâ en tettehıze fîhim husnâ(husnen).
Güneşin grup ettiği yere ulaştığı zaman, onu (güneşi) bulanık bir pınarda batarken buldu. Ve onun (o pınarın) yanında bir kavim (topluluk) buldu. (Ona şöyle) dedik: “Ya Zülkarneyn! Dilersen onlara azap edersin, dilersen onlara karşı güzel davranış ittihaz edersin.”


18/KEHF-87: Kâle emmâ men zaleme fe sevfe nuazzibuhu summe yureddu ilâ rabbihî fe yuazzibuhu azâben nukrâ(nukren). 
(Zülkarneyn): “Fakat kim zulmederse ona azap edeceğiz. Sonra kendi Rabbine reddedilir (geri gönderilir). Böylece ona dehşetli bir azapla azap edilir.” dedi.


18/KEHF-88: Ve emmâ men âmene ve amile sâlihan fe lehu cezâenil husnâ ve se nekûlu lehu min emrinâ yusrâ(yusren). 
Fakat kim âmenû olursa (ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı dilerse) ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, bundan sonra onun mükâfatı güzeldir (cennettir ve dünya saadetidir). Ve ona, emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz (uygulayacağız).


18/KEHF-89: Summe etbea sebebâ(sebeben). 
Sonra bir sebebe tâbî oldu (yola koyuldu).


18/KEHF-90: Hattâ izâ belega matlıaş şemsi vecedehâ tatluu alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ(sitren). 
Güneşin doğduğu yere ulaştığı zaman onu (güneşi), ondan (güneşten) korunacak bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine doğarken buldu.


18/KEHF-91: Kezâlik(kezâlike), ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubren).
İşte böylece Biz, onun yanında oluşan şeyleri (olayları), haberdar olarak, (ilmimizle) ihata ettik.


18/KEHF-92: Summe etbea sebebâ(sebeben). 
Sonra (başka) bir sebebe tâbî oldu (yola koyuldu).


18/KEHF-93: Hattâ izâ belega beynes seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ(kavlen).
İki sed arasına ulaştığı zaman o ikisinden (o iki kavimden) başka, (neredeyse hiç) söz anlamayan bir kavim buldu.


18/KEHF-94: Kâlû yâ zel karneyni inne ye’cûce ve me’cûce mufsidûne fîl ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tec’ale beynenâ ve beynehum seddâ(sedden).
“Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki yecüc ve mecüc, yeryüzünde fesat çıkaranlardır. Bu sebeple, onlarla bizim aramıza bir set yapman için, sana harç verelim mi?” dediler.


18/KEHF-95: Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ec’al beynekum ve beynehum redmâ(redmen).
(Zülkarneyn): “Bu konuda Rabbimin beni kuvvetlendirdiği (desteklediği) şeyler daha hayırlıdır. Şimdi (siz) bana kuvvet ile yardım edin. Onlarla sizin aranıza çok sağlam bir engel yapayım.” dedi.


18/KEHF-96: Atûnî zuberel hadîd(hadîdi), hattâ izâ sâvâ beynes sadafeyni kâlenfuhû, hattâ izâ cealehu nâren kâle âtûnî ufrig aleyhi kıtrâ(kıtren).
“Bana demir parçaları getirin. İki dağın arası aynı seviye olunca üfleyin (körükleyin).” dedi. Onu ateş haline koyunca, “Bana erimiş bakır getirin, onun üzerine dökeceğim.” dedi.


18/KEHF-97: Femestâû en yazherûhu ve mestetâû lehu nakbâ(nakben).
Artık ona zahir olmaya (onu aşmaya) güçleri yetmez ve onu delmeye muktedir olamazlar.


18/KEHF-98: Kâle hâzâ rahmetun min rabbî, fe izâ câe va’du rabbî cealehu dekkâ’(dekkâe), ve kâne va’du rabbî hakkâ(hakkan).
(Zülkarneyn): “Bu, Rabbimden bir rahmettir. Ama Rabbimin vaadi geldiği zaman, onu kırıp ufalar (yerle bir eder). Ve Rabbimin vaadi haktır.” dedi.


18/KEHF-99: Ve teraknâ ba’dahum yevmeizin yemûcu fî ba’dın ve nufiha fis sûri fe cema’nâhum cem’â(cem’an).
Ve izin günü onları, birbirlerine karışmış halde bıraktık. Ve sur'a üfürüldü. O zaman onların hepsini topladık.


18/KEHF-100: Ve aradnâ cehenneme yevmeizin lil kâfirîne ardâ(ardan).
Ve izin günü cehennemi, kâfirlere çok şiddetli birarz edişle, arz ettik (gösterdik).


18/KEHF-101: Ellezîne kânet a’yunuhum fî gıtâin an zikrî ve kânû lâ yestetîûne sem’â(sem’an). 
Onlar, gözleri “Beni zikretmekten” perdeli olanlardır. Ve onlar, (Beni) işitmeye muktedir olamadılar.


18/KEHF-102: E fe hasibellezîne keferû en yettehızû ibâdî min dûnî evliyâ’(evliyâe), innâ a’tednâ cehenneme lil kâfirîne nuzulâ(nuzulen). 
Yoksa kâfirler, kullarımın Benden başka dostlar edineceklerini mi zannettiler? Muhakkak ki Biz, cehennemi kâfirlere bir ikram (kalacak yer) olarak hazırladık.


18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen). 
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”


18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.


18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen). 
İşte onlar, Rab'lerinin âyetlerini ve O'na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah'a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.


18/KEHF-106: Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ(huzuven).
(Âyetlerimi) örtmeleri (inkâr etmeleri) ve âyetlerimi ve resûllerimi alay konusu edinmeleri sebebiyle, onların cezası işte bu cehennemdir.


18/KEHF-107: İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti kânet lehum cennâtul firdevsi nuzulâ(nuzulen).
Âmenû olanlar (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyenler) ve salih amel (nefs tezkiyesi) yapanlar; onların ikramı, firdevs cennetleridir.


18/KEHF-108: Hâlidîne fîhâ lâ yebgûne anhâ hıvelâ(hıvelen). 
Onlar, orada ebediyyen kalanlar (kalacaklar)dır. Oradan ayrılmayı istemezler.


18/KEHF-109: Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ(mededen). 
De ki: “Denizler, Rabbimin kelimeleri için (kelimelerini yazmak için) mürekkep olsaydı ve onun bir mislini daha imdada (yardıma) getirmiş olsaydık bile, Rabbimin kelimeleri bitmeden, denizler mutlaka tükenirdi.”


18/KEHF-110: Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid(vâhidun), fe men kâne yercû likâe rabbihî fel ya’mel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi ıbâdeti rabbihî ehadâ(ehaden).
De ki: “Ben sizin gibi sadece bir beşerim. Bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. O taktirde kim Rabbine mülâki olmayı (ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı) dilerse, o zaman salih amel (nefs tezkiyesi) yapsın ve Rabbinin ibadetine başka birini (bir şeyi) ortak koşmasın.”

15 Ocak 2012 Pazar

Fetih suresi ve Havassı








 Bütün Müslüman kardeşlerime hediyemdir faydalı olması ümidiyle vesselam veddua

Kur'an-ı Kerîm'in kırksekizinci suresi. Medine'de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret'in altıncı yılında nâzil olmuştur. Yirmidokuz ayet, beşyüzaltmış kelime, ikibindört yüzotuzüç harftir. fâsılası Elif harfidir. Adı surede geçen Feth kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Ayet I) Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek veya Fetih, açmak, bir kapa¬lılığı gidermek demektir.
Sure, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir. Hudeybiye andlaşmasından önce Resulullah (s.a.s.) rûyasında sahabeleriyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü. Bir peygamber için rûya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rûyaları bir çeşit vahiydir. Bunun üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti. Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar. Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu. Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı. Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliama tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı.
Hacc mevsiminde Mekke'nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece müslümanların gelmesini kabul etmiyorlardı.
Peygamber (s.a.s.)'le birlikte 1400 sahabi yola koyuldu. O dönemde umreye gidenlerde âdet olduğu üzere her şahıs beraberinde silah olarak sadece kılıcını götürürdü. Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi. Mıkat'a geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler. Harem sınırına yakın Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silahlanarak pusuya yattıkları haberi duyuldu. Müslümanlar orada konakladılar. Karşılıklı elçiler gönderildi. Nihayet andlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve andlaşma imzalandı. Andlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi. Bu sebeple şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler. Hoşnutsuzluklarını Resulullah'ın huzurunda bile söylüyorlardı.
İşte böyle bir andlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- Mekke fethini içeren Fetih suresi indi. Sure, müslümanların gönlüne su serpmişti.
Sûre şu fetih müjdesiyle başlar:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin. Ve Allah sana şanlı bir zafer versin. O, imanlarına iman katsınlar diye mü'minlerin kalblerine huzûr indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır." (1-4) .
Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke'nin fethedileceği müjdesi de verilmiş oluyordu.
Sure, müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine'ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir. Söz nihayet andlaşmaya katılan müminlere getirilir. Allah'ın o kimselerden razı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır:
"Allah şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey'at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara (yakında) alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir" (18-19).
Bu arada Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak Peygamberin bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilir (27-28).
Kuran'da geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir.
Surenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir:
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rukû ve secde ederek Allah'ın lutuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler. Onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi). Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir" (29).
Bu benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır. İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi.

Surenin Faziletine dair birkaç hadis:

Rasulullah s.a.v şöyle buyurmuştur: bu gece bana öyle bir sure indirildi ki o sure benim için dünya ve içinde bulunan her şeyden daha hayırlıdır. (sahihi buhari) bir diğer hadiste: fetih suresini okuyan kimseye hudeybiye ağacının altında Muhammed s.a.v e biat eden kimse gibi sevab vardır.( Ubey bin kab r.a dan) 
İbni mesud r.a dan: rasulullah buyurdu ki: Ramazanın birinci gecesinde kim nafile namaz kılıp namaz içinde fatihadan sonra fetih suresini okursa Allah teala o kimseyi bütün sene korur. (Ruhul Beyan tefsiri) 

Ebu said (r.a.) ve ebu hureyre (r.a ) rivayetinde ise bu namazın sonunda selam verildikten sonra 10 defa kadir suresi ve 10 defada Efendimize salatü selam okunur ilavesi vardır. (İhyayı Ulumiddin)

Bu hadislerden sonra gelelim bu surenin bazı havaslarına


1-Her muradın husuli için Günde 7 defa okunursa biiznillah her muradı gerçekleşir.

2-Günde en az 1 defa okuyan tüm kötülüklerden ve zararlardan korunur. Her işi hayırlı ve bereketli olur.

3-Zor durumda olup bu durumdan kurtulmak isteyen; cuma gecesi 2 rekat ALLAH rızası için namaz kılıp, 11 defa Fetih Suresi ile 41 defa Salaten Tuncinayı okuyarak durumunu arz edip, kurtuluşu için dua ederse o dertten kurtulup, refaha erer.

4-Savaş halinde, her sabah Fetih Suresini okuyan askeri birlik, düşmana karşı başarı kazanır. Cemaat sabah namazını mütakip, 1001 defa Fetih Suresini okuyup, ordunun galip gelmesi için dua ederse ordu zafer kazanır.

5-Bir kağıda safran, misk ve gül suyu karışımı mürekkeple yazıp, üzerinde taşırsan kendini korumaya alırsın düşman şerrinden fakirlik zilletinden zarar ve ziyandan emin olursun.

6-Aynı şekilde yazılıp bir ticaret hanenin kapısı üzerine konulur ve her gün 1 defa Fetih Suresi okunursa; o yerin bereketi ve saadeti artar.

7- Kısmeti kapalı olan bir kız için temiz bir kağıda safran ve misk ile bu sure yazılır ve rüzgar değen bir yere mesela ağaca asılırsa biiznillah yakın zamanda bir hayırlı kısmet çıkar.

8- Fetih suresinin ilk ayeti olan inna fetahna ayetini Fetih, zafer, düşmana galip gelmek, düşmanı yenmek, bağlı işleri açmak ve mühim bir hacetinin yerine gelmesi için Ferdun Hayyun Kayyûmun Hakemun Adlun Kuddûsun innâ fetahnâ leke fethan mubînâ. Şeklinde her farz namazın arkasından 19 gün 19 defa okunursa maksat hasıl olur.

9- Fetih suresinin Muhammedurrasullahi vellezine me’ahu ayetinden sonuna kadar olan kısmı bereket, kuvvet, kötü ahlak zina ve belasından emin olmak için vefkiyle beraber zağferan ve misk ile yazılıp taşınırsa maksad hasıl olur. Yine her kim bu ayetleri Ramazanın 14 ncü günü zağferan ve gülsuyuyla yazıp taşırsa insan ve cin zararlarına karşı korunmuş olur. Ayrıca baş ağrıları içinde aynı usul faydalıdır.

10- Ramazanın ilk hilali görüldüğünde fetih suresini okuyan kimseye Cenabı Hak o sene rızık kapılarını genişletir. 

11- Ariflerin bazıları demişlerdir ki bu sureyi her gece okumaya devam eden kimse rüyasında Rasulullah s.a.v efendimize biat etme mazhariyetine kavuşur. 

12- Zayıf kimse bu sureyi çokca okursa güçlenir, sıkıntıda olan okursa Allah c.c onun işlerini kolaylaştırır. Borçlu olan bol, bol okursa borcu ödeme imkanına kavuşur. 

13- Bu sure arzulanan her hangi bir şeye kavuşmak için okunur. yalnız okuma şekli şudur ki 3 gün içinde 21 veya 41 defa okunur. 3-5-7 gün içinde de bu sayının tamamlanması olur.

14- Fahreddin Razi (k.s) diyor ki: Cuma namazından sonra Fetih suresini 7 defa okuyup sonrada Ya Fettah ismi şerifini 489 defa zikreder ve bu uygulamaya bir dahaki Cuma gelene kadar öğlen namazları vaktinde devam eden kimsenin arzu ettiği ve istediği şeyler Allahın lütfu keremiyle verilir.

15- Bir gece rızaellillah 2 rekat namaz kılıp Fetih suresinin ilk ayeti inna fetahna leke fethan mübina dedikten sonra 1001 defa Ya Fettah esmasını okuyup bitirince sureye kaldığı yerden devam edip surenin sonunda da hacetini haktan isterse biiznillah haceti reva olur. 

16- Fetih suresini her okuduğunda ilk ayetini 2000 defa okuyana Allah c.c hayır kapılarını açar gaib olan bilgilerden ve manevi ilimlerden nasiptar eder. 

17- Besmele-i Şerifeyi bir daire içine 8 defa yazıp dairenin etrafına da fetih suresinin son ayetleri ve kefa billahi şehida ayetinden itibaren yazılsa ve bu yazıyı her kim taşırsa her kesin gözüne şirin gözükür ve onu her kes sever muhabbeti celb eder.

18- Fetih suresinin 29 ayetini ve Aliimran 154 ayetini yazıp üstünde taşıyan kimseden cenabı Hak gam ve kederi izale eder. Lütüf ve berekete her daim mazhar olur. Yine bu ayetleri iç ve dış rahatsızlıklarda bir kap içerisine yazıp yağmur veya menba suyu ile yazıyı sildikten sonra 7 gün aç karnına sabahları içse biiznillah şifa bulur. Yine bu ayetleri bir kaba yazıp bu sefer içine halis zeytin yağı koyup vucudunda çıkan yaralar, çıbanlar vs. sürerse biiznillah şifaya kavuşur 


Fetih suresinin bir duası hacetlerde surenin peşinden bu duada okunur: 

bismillahirrahmanirrahim allahümme ya nur veya müdebbirel umur ehricna minelzzulumati ilennur. Bihaggi ayetinnur ve bi haggi inna fetahna leke fethan mübina ya fettahu ya rezzagu ya müfettihel ebvabı ifteh aleyna ebvabel Hayri bi hurmeti muhammedin aleyhisselamu ve alihi ve eshabihi ve zürriyatihi ve ezvacihi ecmain. Birahmetike ya erhamerrahimin velhamdülillahi rabbil alemin.




Rahman ve Rahim olan AHahın adıyla.



1- Ey Muhammed, biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. [7]



2-3- Allah, bu fethi sana, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamak, üzerine olan nimetini tamamlamak, seni dosdoğru bir yola iletmek ve seni şanlı bir zaferle muzaffer kılmak için ihsan etti.

Ey Muhammed, şüphesiz ki biz sana, kavminin kâfirlerinden, sana karşı gelen ve sana düşmanlık besleyenlere karşı ye dinleyen ve kendisine ulaşan için apaçık olan bir hüküm verdik. Senin onlara galip gelmene ve onlara karşı mu­zaffer olmana karar verdik. Böylece rabbinin senin lehine vermiş olduğu ve sa­na fetih bahşetmesinden dolayı rabbine şükredesin, ona hamdedesin ve onu teş­bih edesin ve ondan, günahlarının affını düeyesin. O da senin şükretmene ve. af dilemene karşılık Mekke´nin fethinden önce ve sonra işlediğin günahları affet­sin. Seni düşmanlarına galip getirerek, ünyada şanınf yükselterek ve günahlarını affederek sana bahşettiği nimetlerini tamamlasın. Seni, dosdoğru bir yol olan İs­lam dinine iletsin. Ve sana, diğer düşmanlarına karşı da şanlı bir zafer versin.

Taberi, bu âyet-i kerimeleri izah ederken Nasr suresini göz önünde bu­lundurarak izah ettiğini söylemekte ve Resulullahm affedilme sebebinin, fetih­ten sonra onun Allahtan af dilemesi ve verdiği nimetlere şükretmesi olduğunu söylemektedir.

Burada zikredilen "Fetih"ten maksat, Mekke´nin fethi olmayıp onun fet­hine zemin hazırlayan Hudeybiye musalahasıdır.

Resulullah, hicretin altıncı yılında Zilkade ayında Umre yapmak üzere Medine´den hareket edip Mekke´nin yakınlarında bulunan Hudeybiye´ye kadar gitmiştir. Resulullahm geldiğini haber alan Mekkeli müşrikler, küçük düşecek­lerini ileri sürerek onun ve arkadaşlarının Kâbeyi ziyaret edip Umre yapmaları­na engel olmuşlar ve Resulullah ile on yıllık bir banş antlaşması yapmayı teklif etmişler ve bir yıl sonra da Umre yapılmasına müsaade edeceklerini vaadetmiş-İerdir. Resulullah, dış görünüşüyle çok ağır şartlar taşıyan bu banş teklifini, ge­lecekte mü si umanların lehine olacağı için kabul etmiş ve Hudeybiye musalaha-smı imzalamıştır. Böylece Umre için götürdükleri kurbanlarını Hudeybiye´de keserek anlaşma gereği geri dönmüşlerdir. İşte Hudeybiye´den Medine´ye dö­nerken bu´sure nazil olmuş ve Hudeybiye anlaşmasını bir fetih olarak vasıflan-dırmiştır.

Bera b. Âzib (r.a.) diyor ki:

"Siz bu fethi, Mekke´nin fethi olarak mı kabul ediyorsunuz Evet, Mek­ke´nin fethi bir fetihtir fakat bizler, Hudeybiye günü yapılan "Bey´aM Rıdvan"ı fetih kabul ediyorduk. [8]

Abdullah b. Mes´ud ve Cabir b. Abdullah da âyette zikredilen "Fetih"ten maksaın Hudeybiye musalahasi olduğunu söylemişlerdir.

Âyet-i kerimede, Allah tealanm, Hz. Muhammed (s.a.v.)in geçmiş ve ge­lecek günahlarını affettiği beyan edilmektedir. Buna rağmen Resulullah bütün ibadetlerini diğer müminlerden daha fazla olarak eda etmiş ve böylece rabbine şükrünü ifa etmiştir.

Muğire b. Şube diyor ki:

"ResuluIIah ayağa kalkıp namaz kılardı. Öyle ki ayaklan şişerdi. Bir gün ona denildi ki: "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiştir. (Neden bu kadar çok namaz kılıyorsun ) Resuullah.şöyle cevap vermiştir: "Ben, şükre­den bir kul olmayayım mı " [9]

Hz. Aişe (r.anh.) diyor ki:

"ResuluIIah (s.a.v.) geceleri namaz kılardı. Öyle ki ayakları yarılırdı." Dedim ki: "Ey Aİlahın Resulü, bunu neden yapıyorsun Aiiah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiştir." ResuluIIah şu cevabı verdi: "Ben, şükreden bir kul olmayı istemiyeyim mi [10]



4- İmanlarına iman katmak için, müminlerin kalblcrinc huzur ve sükunet indiren O´dur. Göklerin ve yerin askerleri Allahındır. Allah, her-şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Allaha ve Resulüne iman eden müminlerin kalbierine sükunet ve güveni sindiren Ailahtır. Böylece daha önce iman ettikleri farzların yanında yeni farz kılınan hükümlere de iman etsinler. Böylece imanları artmış olsun.

*Abdullah b. Abbas diyor ki: "Burada müminlerin kalbine indirildiği be­yan edilen sükunetten maksat, Aİlahın rahmetidir. "İmanlarına iman kat­mak, "tan maksat ise şudur: Allah (c.c.) peygamberi Muhammed (s.a.v.)i Allah-tan başka hiçbir ilah olmadığına şahadet getirme emriyle gönderdi. Müminler bunu kabul edince namaz farz kılındı. Ona da iman ettiler. Sonra buna ilaveten oruç farz kılındı ona da iman ettiler. Daha sonra buna ilave olarak zekât farz kı­lındı ona da iman ettiler. Daha sonra buna ilaveten Hac farz kılındı ona da iman ettiler. Sonra Allah onların dinlerini tamamladı ve buyurdu ki: "Bugün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslamı seçtim.. [11]

İşte Abdullah b. Abbas, müminlerin imanlarının artmasını bu şekilde izah etmiştir. Allah teala, âyet-i kerimede, göklerin ve yerin askerlerinin kendisine ait olduğunu beyan etmektedir. Böylece Hudeybiye sulhünden sonra kalbierine sükunet indirilen müminlerin maneviyatlarını yükseltmektedir. Zira Allah teala tek bir melekle, kâfirlerin tümünü yok ettirebilir. [12]



5- Allah, bu fethi sana, îman eden erkeklerle kadınları, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere koymak ve yaptıkları kötü­lükleri silmek için ihsan etti. İşte bu, Allah nezdinde büyük bir kurtuluştur.

Ey Muhammed, Allah sana apaçık bir zafer ihsan etti ki sen rabbine, bu zafere karşılık şükredesin ve ona hamdedesin. O da senin bu şükür ve hamdine karşılık geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiş olsun. Yine Alah sana bu apaçık fethi ihsan etti ki, mümin erkek ve kadınlar, rablerinin kendilerine lütfettiği bu fethe ve müşriklere galip gelmeye karşılık rablerine şükredip hamdetsinler. Rableri de onları altından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlere koysun. Salih amellerine karşılık kötü amellerini affetsin. İşte Aİlahın müminle­re vaadettiği bu nimetlere erişmek, Allah katında en büyük kurtuluştur.

*Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında Enes b. Mâlik´ten şunlar ri­vayet edilmektedir. Enes diyor ki: "Şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih verdik." âyetindeki fetihten maksat, Hudeybiye musaîahasıdır. Bu âyet inince Resuîuilahin sahabileri kendisine şöyle dediler: "Fethin sana ihsan edilmesi ve geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanması sana mübarek olsun. Ya bizim için ne var " Bunun üzerine Allah teaia: "Allah bu fethi sana, iman eden erkeklerle kadınları içinde ebedi kalacakları, altından rımaklar akan cennetlere koymak ve yaptıkları kötülükleri silmek için ihsan etti." âyetini indirdi. [13]



6- Ayrıca Allah bu fethi sana, Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklerle müşrik kadınları azaba uğratmak için ihsan etti. Onla­rın, müminler hakkında temenni ettikleri kötülükler kendi başlarına gel­sin. Allah, onlara gazap etmiş, lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamış­tır. O ne kötü varılacak bir yerdir.

Ey Muhmammed, Allah sana apaçık bir fethi ihsan etti ki bu fetih saye­sinde seni affetsin, mümin erkek ve mümin kadınfan cennetlere koysun. Müna­fık erkek ve münafık kadınlara azap etsin. Zira Allah, sana fethi ihsan ederek münafıkları ve müşrikleri susturmuş olur. Sizin mağlup olacağınız şeklindeki beklentilerini ortadan kaldırmıştır. Âhirette de onları, içinde ebedi olarak kala­cakları cehenneme koyacaktır. Onları felaketler bekiemekterir. Allah onlara ga­zap etmiş ve lanetine uğratmıştır. Onlar için cehennemi hazırlamıştır. Cehen­nem ne kötü varılacak bir yerdir.

Ey Muhammed, Allah sana apaçık bir fethi ihsan etti ki bu fetih sayesin­de seni affetsin, mümin erkek ve mümin kadınları cennetlere koysun. Münafık erkek ve münafık kadınlara ve Allaha karşı kötü zan besleyen müşrik erkek ve müşrik kadınlara azap etsin. Zira Allah, sana fethi ihsan ederek münafıkları ve müşrikleri sustumıuş olur. Sizin mağlup olacağınız şeklindeki beklentilerini or­tadan kaldırmıştır. Âhirette de onlan, içinde ebedi olarak kalacakları cehenneme koyacaktır. Onlan felaketler beklemektedir. Allah onlara gazap etmiş ve laneti­ne uğratmıştır. Onlar için cehennemi hazırlamıştır. Cehennem ne kötü varılacak bir yerdir. [14]



7- Göklerin ve yerin askerleri ancak Allahındir. Allah, herşeye ga­liptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Göklerin ve yerin askerleri Allaha aittir. Allahın düşmanlarına karşı bun­lar, hazır beklemektedirler. Allah bu askerlere, düşmanlarını helak etmeyi em­rettiği zaman onun emrine itaat ederek o emri yerine getirirler. Allah herşeye galiptir. Hiçbir şey ona galip gelemez. Yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibi­dir. [15] 



8- Ey Muhammed, biz seni, bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı ola­rak gönderdik.

Ey Muhammed, şüphesiz ki biz seni, senin davet ettiğin şeyleri kabul et­tiklerine dair ümmetine bir şahit ve onları cennetle müjdeleyen, davet ettiğin şeyleri kabul etmedikleri takdirde ise onları cehennem azabı ile uyaran bir pey­gamber olarak gönderdik.

Abdullahb. Amrb. el-As diyor ki:

"Kur´anda Resulullahın sıfatını belirten bu âyetin Tevrat´taki benzeri şöy­ledir: Ey Peygamber, şüphesiz ki biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı ve okur yazarlığı olmayanlara bir sığınak olarak gönderdik. Sen benim kulum ve peygamberimsin. Seni, "Tevekkül eden" diye isilendirdim. Sen katı kalbli, kaba, çarşılarda bağırıp çağıran biri değilsin. Sen, kötülüğü kötülükle önleyen değil fakat affeden ve hoş görülü olan birisin. Allah, seninle bu çarpık ümmeti "Laila-he İllalllah" diyerek düzeltmedikçe ve bu kelimeyi tevhid ile kör olan gözleri, sağır olan kulakları ve perdeli olan kalpleri açmadıkça senin ruhunu almayacak­tır. [16]



9- Böylece ey insanlar, siz de, Allah ve Resulüne iman edesiniz, Alla­nın dinine yardımda bul imasınız, ona tazim edesiniz ve onu, layık olmadığı şeylerden sabah akşam tenzih edesiniz.

Böylece ümmetin, Allaha ve peygamberine iman etsinler. Allahin dinine, onun düşmanlarına karşı savaşarak yardım etsinler. AÜaha tazim etsinler ve sa­bah akşam onu, layık olmadığı sıfatlardan uzaklaştirsınlar. [17]



10- Ey Muhammcd, şüphesiz ki, sana biat edenler, ancak Allaha biat etmişlerdir. Allanın kudreti, onların kuvvetinin üstündedir. Kim ahdini bo­zarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allaha olan ahdini yerine getirirse, Allah ona büyük bir mükafaat verecektir.

Ey Muhammed, Hudeybiye´de düşmana karşı savaşacaklarına ve düşma­nın önünden kaçmayacaklarına dair sana biat eden arkadaşların şüphesiz ki Al­laha biat etmişlerdir. Zira Allah onlara bu biatlan karşılığında cenneti garanti et­miştir. Onlar, Allanın peygmaberine yardım etmek üzere biat ettiler. Allah diler­se, onların biati olmadan da peygamberine yardım eder. Zira Alîahın gücü ve kuvveti onların güç ve güç ve kuvvetinden daha üstündür, fakat Allah onların biati ile kendileriningerçek mümin olduklarını ortaya çıkarmış oldu. Ey Mu­hammed, artık bundan sonra kim, sana yaptığı biati bozacak olursa kendi aley­hine bozmuş olur. Çünkü o, kendisini, Allanın, biat edenlere vaadettiği cennet­ten mahrum eder. Peygambere de Allanın yardımı yeterlidir. Kim de düşmanlar­la karşı karşıya geliğinde sabır ve metanet göstereceğine ve Allanın peygambe­rine yardım edeceğine dair Allaha verdiği sözü yerine getirecek olursa Allah ona, büyük bir mükafaat olan cenneti verecektir. [18]


Hudeybiye Musalahası


Hudeybiye, Mekke yakınlarında bulunan bir vadinin adıdır. Resulullah (s.a.v.) Hicretin altıncı yılında, ashabiyla birlikte, Kabe´yi tavaf edip Umre yap­mak için gittiğinde bu vadide konakladı ve kendisini Mekke´ye sokmak isteme­yen müşriklerle bir antlaşma yaptı. İşte bu çok mühim olay şöyle cereyan etmiş­tir:

Misver b. Mahreme ile Mervan´dan, birbirlerinin sözlerini tasdik ederek şöyle dedikleri rivayet edilmiştir.

Resulullah (s.a.v.) Hudeybiye seferinde Medine´den çıkmıştı. Yolun bir kısmına vardıklarında yanındakilere:

-Halid b. Velid bir takım Kureyş süvarisi ile gözcü olarak Gamim, mev­kiindedir. Şimdi siz yolun sağ tarafını tutunuz." buyurdu. Ravi diyor ki: "Valla­hi Halid, peygamberle maiyetinin hareketini anlamadı. Nihayet Halid, ordumu­zun kaldırdığı kara tozu gördü de hayvanına ayağı ile vurup koşturarak Resul-i Ekrem´in geldiğini Kureyş´e bildirmek üzere süratle gitti. Nebi (s.a.v.) de ordu­suyla yürüdü. Nihayet seniyye mevkiine gelmişti ki, oradan Kureyş´in karargâhı üzerine inilirdi. Burada Resulullahın bindiği Kasvâ adlı deve çöktü, insanlar:

-Kasvânın huyu tuttu, Kasvâ´nm huyu tuttu." demeye başladılar. Hayvanı sevk ettilerse de çökmekte ısrar etti. Yine insanlar:

-Kasvânm huyu tuttu. Kasvânın huyu tuttu." dediler. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.):

-Kasvânın huyu tutmaz. Onun çökmek huyu da yoktur. Fakat vaktiyle Mekke´ye girmekten fili men eden kudretullah şimdi de Kasvâyı menetti." bu­yurdu. Bundan sonra Resulullah:

-Hayatım kudret elinde olan Allaha yemin ederim ki Kureyş, Allanın ha­rem dalihinde muhterem kıldığı şeylere saygı kasdederek benden ne kadar zor istekte bulunursa ben onu muhakkak onlara vereceğim." buyurdu. Sonra Kasvâyı sürdü. Hayvan hemen sıçrayıp kalktı. Râvi demiştir ki: "Bu defa Resu­lullah Kureyş tarafından dönerek nihayet suyu az olan "Semed" kuyusu yolu üzerindeki Hudeybiye mevkiinin sonuna indi. Bu, az suyu, halk, birer parça al­mış ve halkın orada durabilmesi için su bırakmayıp kuyunun suyunu tamamen çekmişlerdi. Resululah (s.a.v.)e susuzluktan şikayet olundu. Bunun üzerine Re­sulullah, ok mahfazasından bîr ok çıkardı. Sonra onlara bu oku Semed kuyusu­na koymalarını emretti. Vallahi o anda kuyunun suyu coşmaya başladı. Suyun bu feveranı, Resululahm arkadaşları dönünceye kadar onları suya kandırmak için devam etti. Onlar, kuyunun kenarında oturarak su kaplarını doldurdu.

Resulullah ile maiyeti bu halde iken Huzaa kabilesinden Büdeyl b. Ver-ka, kendi kabilesi Huzaa´dan birkaç kişi İle birlikte çıkageidi. Mekke ve havali­sindeki Tihame kabileleri arasında Huzaalılar, ötedenberi Resulullah (s.a.v.)in sırdaşı idiler. Müslüman olsun müşrik olsun bütün Hazaalılar Mekke´de olup bi­ten herşeyi Resul-i Ekrem´den saklamazlar, gizlice bildirirlerdi. Büdeyl gelince Resul-i Ekrem´e:

-Haaberiniz olsun, Kureyş´in Kâ´b b. Lüey ile Âmir b. Lüey kabileleri, Hudeybiye surlarının en zengin menbaalarına kondular. Sütlü ve yavrulu deve­leri, kadınları ve çocukları da yanlarında bulunuyor. Maişetleri yolundadır. Şim­di ben onları bu halde bıraktım geliyorum. Onlar muhakkak size karşı harp edeçekler. Ve sizi Beyt-i Şerife girmekten men edecekler." dedi. Resulullah da şöy­le buyurdu:

-Fakat biz, hiçbir kimse ile harbetmek için gelmedik. Biz yalnız Umre yapmak niyetiyle geldik. Bununla beraber Bedir, Hendek harbi, Kureyş´in mad­di ve manevi bütün kuvvetlerini zaafa ve onları hayli zarara uğratmıştır. Eğer Kureyş arzu ederse ben onlarla aramızda bir mütareke müddeti tayin edeyim. Şu şartla ki bu müddet zarfında ben onlarla harp etmeyeyim. Onlar da benimle di­ğer müşriklerin arasım serbest bıraksınlar, karışmasınlar. Eğer ben, galip gelir­sem, Kureyş müşrikleri de halkın girdiği bu itaat yoluna girmek isterlerse kendi arzularıyla girebilirler. Şayet ben, müşriklerin sandıkları gibi galip gelmezsem, bu ihtimale göre de müşrikler benimle harp etmek külfetinden kurtulur rahata ererler.

Eğer Mekkelüer böyle bir mütarekeyi kabul etmez ve diğer Araplarla be­ni, kendi halimize bırakmayıp müdahale etmek isterse, hayatım kudret elinde olan Allaha yemin ederim ki, şu müdafaa ettiğim müslümanlık uğrunda başım vücudumdan ayrılıncaya kadar Mekkelilere karşı cihad edeceğim, bu muhak­kaktır. Şu da kafidir ki, o zaman Allah, Kur´an-ı mübindeki yardım vaadini ye­rine getirecektir." Bunun üzerine Büdeyl b. Verka Resulullaha:

-Şimdi bu sözlerinizi ben herhanlde Kureyş´e tebliğ ederim." dedi. Ve ra-vinin beyanına göre, gidip Kureyş´in karargâhına vardı ve:

-Şimdi ben, yanınıza şu adamın (Hz. Muhammed´in) yanından geliyo­rum. Şöyle bir söz söylediğini işittim. İnerseniz anlatayım." dedi. İkrime b. Ebi Cehl ve Hakem b. Ebil As gibi Kureyş´in beyinsizleri:

-Senin bize bir şey haber vermene ihtiyacımız yoktur." diye karşıladılar. Fakat içlerinden sağlam görüşlü birisi:

-Haydi işittiğin söz ne ise söyle bakalım." dedi. Büdeyl:

-Onun şöyle şöyle dediğini işittim." diyerek Nebi (s.a.v.)in sözlerini birer birer anlattı. Bunun üzerine Urve b. Mes´ud ayağa kalkıp Kureyş´e karşı bir hut­be irad ederek:

-Ey kavim, siz benim babam yerinde değil misiniz diye sordu. Kureyşli-ler.

-Evet, diye tasdik ettiler. Bunun üzerine:

-Ben de sizin oğlunuz mesabesinde değil miyim dedi. Onlar:

-Evet diye tasdik ettiler. Sonra Urve:

^Beni bir şüphe ile itham eder misiniz diye sordu. Buna da: -Hayır diye cevap verdiler. Bu defa Urve:

-Ukaz halkının tamamını yardıma davet ettiğimi ve onların imtina etme­leri üzerine kendim çoluk çocuğumla ve bana itaat eden etrafımla size yardıma koştuğumu pekala bilirsiniz değil mi dedi. Onlar da:

-Evet biliriz diye tasdik ettiler. Bu teminatı aldıktan sonra Urve:

-Bu adam (Resulullah) size doğru bir teklifte bulunuyor. Onu kabul edi­niz ve beni bırakınız ona gideyim. Dedi. Mekkeliler:

-Haydi git diye izin verdiler. Urve geldi ve Resulullaha durumu anlat­maya başladı. Resulullah da Urve´ye Büdeyl´e söylediği sözlere benzer bir suret­te fikir beyan etti. Bu arada Resul-i Ekrem´in "Bir mütareke kabul etmezlerse Kureyş ile ölünceye kadar harp edeceğim." buyurması üzerine Urve:

-Ey Muhammed, sen, kavminin kökünü kazıyacak olursan bana söyler misin Senden evvel Araptan kendi kavmini toptan helak eden bir kimse işittin mi- Ya mesele diğer şekilde zuhur ederse Ya siz yenilirseniz Vallahi ben ara­nızda ileri gelen bazı kimseler görüyorum. Bu muhakkak olmakla beraber yine ben bir takım kabilelerden toplanmış karışık bazı kimseler de görüyorum ki, bunlar harp sırasında kaçıp seni yalnız bırakabilecek kabiliyettedirler." dedi. Ebubekir (r.a.) Urve´nin, Peygamberin arkadaşlarını harptan kaçabilecekleri şeklinde göstermesi üzerine Urve´ye:

-Haydi sen, "Lafın kıçını yala. Biz mi Resulullahı yalnız bırakıp firar edeceğiz Hâşâ" diye fena halde çıkıştı. Urve:

-Bu da kimdir diye sordu. Ashab: -Ebubekir, dediler. Urve:

-Ah Ebubekir, hayatım kudret elinde olana yemin ederim ki, eğer üzerim­de şu ana kadar karşılığını ödeyemediğim bir iyiliğin olmasaydı elbette ben de sana cevap verirdim." diye mukabele etti.

Râvi diyor ki: Urve, Nebi (s.a.v.)e söz söylemeye devam etti ve konuşur­ken Arap âdeti üzere her söz söyledikçe eliyle Resulullahın sakalını okşayarak saygıda bulunuyordu. Halbuki bu sırada Muğire b. Şube ki, Urve´nin kardeşinin oğludur, başında miğfer ve yalın kılıç bir halde Nebi (s.a.v.)in yanında durup onu muhafaza ediyordu. Ve Urve her ne zaman Resul-i Ekrem´in sakalını okşa­maya yeltenirse, Muğire, kılıcının kınının ucuyla Urve´nin eline vuruyor ve Ur­ve´ye:

"-Resulullah (s.a.v.)in sakalından elini çek. İhtarında bulunuyordu. Muği-re´nin bu ihtarları üzerine Urve başını kaldırarak:

-Bu da kimdir diye sordu. Ashab:

-Muğire b. Şube´dir. dediler. Bunun üzerine Urve:

-Ey hain, ben hâlâ senin cahüiyyetteki öldürdüğün adamların diyetini ödemeye çalışmakla meşgul değil miyim dedi. Muğire.müslüman olmazdan evvel cahiliyette, Mâlik oğullarından bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş ve yolda bunları öldürüp mallarım almış, sonra Medine´ye gelip müslüman olmuş­tu. Resul-i Ekrem´e bu mallan arzettiğinde Resulullah (s.a..v):

-Müslümanlığın bizce kabuldür. Fakat bu mallar haksız olarak elde edil­miştir. Biz bunlardan hiçbir şeye e! sürmeyiz." buyurmuştur.

Sonra Urve, Nebi (s.a.v.)in ashabını iki gözüyle tedkike başladı. Ve arka­daşlarına:

-Bu ne saygıdır. Vallahi Resulullah (s.a.v.) bir şey emredince ashabı der­hal emrini yerine getirmeye çalışıyorlar. Abdest aldığı zaman da abdest suyunun fazlasını almak için nerdeyse birbirlerini Öldürüyorlar. Peygamber söz söylerken de huzurundaki bütün ashab, seslerini alçaltarak cevap veriyorlar. Ona tazim için yüzüne de dikkatle bakamıyorlar." dedi. Daha sonra Urve, Kureyşin yanına geldi ve gördüklerini şöyle bildirdi:

-Ey ahali, vallahi ben, vaktiyle birçok kralların huzuruna sefir olarak çık­tım: Mesela, Rum meliki Kayzer´in, Fars meliki Kırsa´nın, Habeş meliki Neca-şi´nin divanlarına eiçi olarak girdim. Vallahi bunlardan hiçbir kralın arkadaşları­nı, Muhammed´in ashabının Muhammed´e saygı gösterdikleri derecede kralları­na saygıda bulunur görmedim. Muhammed´in ashabı, onun tükürüğü ile dahi te-berrük ediyorlar. 0, bir şey emredince ashabı derhal emrini yerine getirmeye koşuyorlar. 0 abdest aldığı zaman da abdest suyunun fazlasını almak için ner­deyse birbirlerini öldürüyorlar. O, söz söylerken ashabı hafif bir sesle tasdik ve cevap veriyorlar. Muhammed´in ashabı, saygı için onun yüzüne dikkatle baka­mıyorlar.

Şimdi Muhammed size güzel ibr anlaşma teklifinde bulundu. Bunu kabul ediniz." dedi.

Bunun üzerine Kinane oğullarından birisi Kureyş´e hitaben:

-Beni bırakınız, bir kere de Muhammed´in yanına ben gideyim." dedi. Onlar da:

-Pekala git. Dediler. Bu Kulnaneli zat, Nebi (s.a.v.) ve ashabına doğru gelirken Resuluîlah (s.a.v.):

-Bu gelen, filan kimsedir. O, bir kabiledendir ki onlar Hac ve Umre kur­banlarına saygı gösterirler. Gerdanlıklı develeri bu zatın gözü önüne salıveriniz." buyurdu. Ashab bütün kurbanlık develeri onun yolunun üzerine salıverdi­ler. Ve ashab yüksek sesle "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" diyerek Kinaneliyi karşıladılar. Kinaneli zat, kurban develerini ve halkın telbiye ile karşılayışını görünce hayret ederek:

-Sübhanallah, bunlan Beyt-i Şerifi ziyaretten men etmek, bunlara karşı layık olmayan bir muameledir." dedi. Kureyş´in yanına döndüğünde de:

-Ben bunların Umre için kesecekleri kurban develerini kıladelenmiş (ger­danlık takılmış) ve belli edilmiş bir halde gördüm. Doğrusu bunlan Kabe´yi zi­yaretten men etmeyi muvafık görmem." dedi.

Sonra Kureyşüler arasında Mikrez b. Hafs denilen birisi kalkıp:

-Bana müsaade ediniz de Muhammed´e bir de ben gideyim." dedi. Onlar da:

-Haydi git, dediler. Mikrez, Resul-i Ekrem ile ashabına doğru gelirken, Nebi (s.a.v.):

-Şu gelen Mikrez´dir. Facir bir kimsedir, buyurdu. Mikrez, Nebi (s.a.v.) ile görüşmeye başladı ve Resul-i Ekrem´e durumu anlatmak üzereyken Süheyl b. Amr çıkageldi. Süheyl gelince Nebi (s.a.v.) ümitlenerek ashaba karşı:

-Artık işiniz bir dereceye kadar kolaylaştı, buyurdu. Süheyl b. Amr ge­lince Resul-i Ekrem´e:

-Haydi hokka, kalem ve kağıt getir, sizinle aramızda, bir antlaşma yaz. dedi. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) kâtibi Ali b. Ebi Talib´i çağırdı ve buyurdu ki: "Bismillahirrahmanirrahim." diye yaz. Bunun üzerine Süheyl Resul-i Ekrem´e:

-İyi amma ben, rahman kelimesinin mahiyeti nedir bilmiyorum. Fakat vaktiyle senin de yazdırdığın gibi "Bismike Allahümme" "Allahım senin ismin­le" diye yaz dedi. Müslümanlar da hep bir ağızdan:

-Vallahi biz onu yazmayız. Ancak "Bismillahirralımanirrahim." yazılma­sını isteriz." demişlerdi. Nebi (s.a.v.) Hz. Ali´ye hitaben:

-Haydi "Bismike Allahümme." diye yaz. buyurdu. Sonra da: "Bu yazı Muhammed Resuluîlahın içindekileri kabul ve imza tetiği antlaşmadır." diye yazmasını emretti. Süheyl buna da itiraz ederek:

-Vallahi biz, senin Resulullah olduğunu bilmiş ve tasik etmiş olsak seni Kabe´yi ziyaretten men etmez ve sana karşı savaşa kalkışmazdık. Şimdi sen, "Muhammed b. Abdullah" diye yaz, dedi. Bu teklif üzerine Resul-i Ekrem: "Vallahi, siz beni yalanlasanız da ben Allanın peygamberiyim." dedi ve:

-Haydi Resulullah lafzını sil de "Muhammed b. Abdulah." yaz diy emret­ti. Alib. EbiTalib:

-Vallahi ben senin mübarek Resululah unvanını katiyyen silemem." dedi. Bunun üzerine, Resul-i Ekrem yazıyı elinealıp "Muhammed b. Abdullah" diye yazdırdı.

Bu hadisin ravilerinden olan Zührî demiştir ki: "Resulullahın gerek bes­melenin gerek anltaşmanın unvanının yazılış şekli hakkında Süheyl b. Amr´ın tekliflerine muvafakat buyurmaları, Resul-i Ekrem´in evvelce: "Kureyş, Allahın haremi dahilinde muhterem kıldığı şeylere saygı kasdederek benden ne kadar müşkül talepte bulunursa bulunsun ben onu muhakkak onlara vereceğim." şek­lindeki kararının tecellesidir.

(Antlaşmanın unvanı: "Ya rab, senin isminle başlarım. Bu yazı Muham­med b. Abdullahın içindekileri imza ettiği bir musalahanamedir." şeklinde ka­rarlaştırılıp yazıldıktan sonra Resul-i Ekrem antlaşma şartlarını teklif ederek Sü­heyl b. Amr´a:)

-Siz bizimle Beyt-i Şerifin arasını serbest bırakınız da biz de Beyti tavaf edelim, buyurdu. Süheyl bu teklife de itaraz ederek:

-Vallahi sizinle Beytin arasını boş bırakamayız. Çünkü Arap milleti "Cebren ve kahren istila olunduk." diye hakkımızda dedikodu eder. Şu kadar ki, bu serbest bırakma keyfiyeti gelecek seneden itibaren başlasın." dedi. Ve bu su­retle kabul olunarak Hz. AH yazdı. Süheyl b. Amr da şöyle bir madde teklif etti:

-Sana bizden bir erkek gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu bize geri vereceksin," dedi. Bu teklife müslümanlar hayret ederek:

-Sübhanallah. İslam camiasına iltica eden bir müslüman, müşriklere nasıl iade olunur dediler. Onlar bu halde iken süneyi b. Amr´ın oğlu Ebu Cendei, ayaklan bağlı olara seke seke geldi. Ebu Cendei müslüman olmuştu. Ve bu yüz­den Mekke´de hapsolunmuştu. Bu sırada Mekke´de hapis bulunduğu yerden bir­çok zorlularla kaçmış ve türlü güçlüklerle buraya gelip nihayet kendisini müslü­manlar araşma atmıştı. Bunun üzerine Süheyl:

-İşte ey Muhammed, sana karşı imza edeceğim antlaşmanın birinci mad­desine tevfikan bunu bana vermelisin." dedi. Nebi (s.a.v.):

-Biz antlaşmayı henüz imza etmedik bile." buyurdu. Süheyl:

-Öyleyse vallahi ben de seninle hiçbir rçıadde üzerinde anlaşma yapmam. ´ dedi. Nebi (s.a.v.):

-Haydi bunu bana bağışlayıp imza et." buyurdu. Süheyl: -Ben bunu sana asla bırakamam." dîye reddetti. Resul-i. Ekrem: -Hayır bu işi hatırım için yap." buyurdu. Süheyl ısrar edip:

-Asla yapamam." dedi. Kureyş heyetinden Mikrez b. Hafs da Resul-i Ek­rem´e hitaben:

-Haydi bunu sana bağışladık." dedi. Fakat imzaya yetkili olan Süheyl bu­nu kabul etmedi. Bunun üzerine Ebu Cendei babasının bu katı tutumundan ümitsizliğe kapılarak şöyle dedi:

-Ey cemaat-i müslümin, müslüman olarak geldiğim halde şimdi ben müş­riklere geri mi veriliyorum Benim uğradığım bu felaketi görmüyor musunuz diye haykırdı. Hakikaten Ebu Cendei, Allah yolunda Kureyş´in en şiddtetli iş­kencelerine maruz kalmıştı.

İbn-İ İshak, hadise şu rivayeti ilave etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle bu­yu nnuştur:

-Ey Ebu´Cendel sabret, Allahtan ümidini kesme. Biz müslümanlar mağ­dur ve mağlup olmayız. Allah teala yakında sana da kurtuluş yolunu bahşede­cektir.

Bu durumdan müteessir olan Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: "unun üzerine ben Resulullah (s.a.v.)e varıp:

-Sen, Allanın hak peygamberi değil misin dedim. Resulullah: -Evet, hak peygamberiyim." buyurdu. Ben:

-Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız bâtıl üzere bulunmuyorlar mı de­dim. Resul-i Ekrem:

-Evet öyledir." buyurdu. Ben:

-O halde dinimiz uğrunda bu zilleti-niçin kabul edelim dedim. Resul-i Ekrem:

-Şüphesiz ki ben Allahın peygamberiyim ve ben, bu antlaşmayı kabul et­mekle Allaha isyan etmiş değilim. Allah benim yardımcimdır." buyurdu. Ben yine:

-Vaktiyle sen bize "Yakında Beyt-i şerife varıp Beyti tavaf edeceğiz." di­ye haber vermez mi idin dedim. Resulullah:

-Evet vermiştim, fakat bu sene varıp tavaf edeceğiz." diye haber verdim mi - buyurdu. Ben de:

-Hayır, dedim. Resul-i Ekrem:

-Herhalde sen yakın bir zamanda Beyt´e varıp onu tavaf edeceksin, bu­yurdu.

Ömer b. el-Hattab demiştir ki: "Bunu müteakiben ben, Ebubekir´e vardım ve:

-Ey Ebubekir, bu AH ahin hak peygamberi değil midir dedim. O da: -Evet öyledir, diye cevap verdi. Tekrar ben:

-Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız bâtıl üzere bul ummuyorlar mı de­dim. Ebubekir: "Evet öyledir." dedi. Ben de dedim ki:

-Öyle ise niçin biz dinimiz uğrunda zilleti kabul edelim Ebubekir:

-Behey adam. Muhammed, Allahın peygamberidir. O, rabbine âsi değil­dir. Allah onun yardımcısıdir. Sen hemen onun emrine sarıl. Vallahi MuHam-med hak üzeredir." dedi. Ben tekrar:

-O bize, Medine´de: "Beyt-i şerife varacağız, tavaf edeceğiz," demedi mi diye sordum. Ebubekir:

-Evet öyledir. Fakat sana bu sene varıp tavaf edersin." diye mi haber ver­di " dedi. Ben de:

-Hayır, dedim. Ebubekir:

-Dur bakalım. Yakın bir zamanda sen Beyt´e varıp onu tavaf edeceksin, dedi.

Ömer (r.a.): "Bu itizarlarımdan dolayı keffaret ödeyerek daha sonra bir­çok salih amelde bulundum." demiştir.

Râvi diyor ki: "Resulullah (s.a.v.) antlaşmanın yazım ve imzasını bitir­dikten sonra ashaba:

-Haydi artık kalkınız. Kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz." buyurdu. Râvi diyor ki: "Vallahi ashaptan bir kişi olsun kalkmayınca Resulul­lah, hanımlarından Ümmü Seleme´nin yanına girdi. Ve: "Şu halkı görüyor mu­sun Onlara emrediyorum da emirlerimi yerine getirmiyorlar." diye halktan gör­düğü kayıtsızlığı ona anlam, Ümmü Seleme:

-Ey Allahın Peygamberi, emrini yerine getirtmek istiyor musun O halde şimdi dışarı çık. Sonra tâ kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o seni tıraş edinceye kadar ashaptan hiçbirisine bir kelime bile söyleme. Dedi. Bu­nun üzerine Nebi (s.a.v.) Ümmü Seleme´nin yanından çıktı ve ashaptan hiçbirisi ile görüşmeyerek kurbanlık develerini kesti. Ve berberi, Huzaah Hıraş b. Ümey-ye´yi çağırıp tıraş oldu. Ashap, Resul-i Ekrem´i bu halde görünce onlar da he­men kalkarak kurbanlarını kestiler. Birbirlerini tıraş etmeye başladılar. Acele­den birbirlerini öldüreyazdılar.

Resul-i Ekrem tıraş olduktan sonra huzuruna müslüman kadınlar geldi. Bu hususta nasıl hareket edileceğini öğreten Allah teala şöyle buyurdu: "Ey iman edenler, mümin olduklarını söyleyen kadınlar size muhacir olarak geldik­leri zaman onlan imtihan edin. Onların imanlarını Allah daha iyi bilir, mümin olduklarını öğrendiğiniz zaman da, onları kâfirlere iade etmeyin. Çünkü ne mü­min kadınlar kâfirlere helaldir, ne de kâfir erkekler mümin kadınlara helaldir. Kâfir kocalarının sizlere muhacir olarak gelen mümin kadınlara vermiş oldukla­rı mehirleri geri iade edin. Bu muhacir kadınlara mehirlerini verdiğiniz takdirde kendileriyle evlenmenizde bir mahzur yoktur. Kâfir kadınları nikahınız altında tutmayın. Siz, kâfir kadınlara verdiğiniz mehiri istemeyin. Kâfir erkekler de size gelen muhacir kadınların mehirlerini istemesinler. İşte Allahın sizin hakkınızda hükmü budur. O, aranızda hükmeder. Allah, herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. [19] 

Bu âyetin nüzulü üzerine Ömer, hâlâ müşrike olan iki karısını boşadı. Bunlardan biri, Muaviye b. Ebi Süfyan ile diğeri de Safvan b. Ümeyye ile ev­lendi.

Sonra Nebi (s.a.v.) Medine´ye döndü. Onun Medine´ye dönüşünden sonra Kureyşlilerden Ebu Basîr müslüman olarak Medine´ye geldi. Kureyş de onu geri istemek üzere iki kişi gönderdi. Bunlar Resul-i Ekrem´e: "Bize karşı imza etti­ğin antlaşmayı hatırlatırız." dediler. Resul-i Ekrem de antlaşma mucibince Ebu Basîr´i bu iki kişiye iade etti. Bunlar Ebu Basîr ile yola çıktılar. Nihayet Zülhu-leyfe´ye vardılar. Dağarcıklarındaki hurmadan bir miktarını yemek için oraya indiler. Ebu Basîr, bu iki kişiden birisi olan Huneys´e:

-Ya filan, vallahi şu kılıcını ben, emin ol ki çok güzel görüyorum." dedi. Kılıcın sahibi olan diğeri de kılıcı kınından çekerek:

-Evet vallahi bu kılıç çok iyidir. Ben onu defalarca tecrübe ettim. dedi. Ebu Basîr de:

-Müsaade et de bakayım." dedi ve bir fırsat bulup elinden aldı. Hemen Huneys´e vurdu. Huneys nihayet öldü. Diğer arkadaşı, bir rivayette Hunesy´in kölesi Kevser kaçarak tâ Medine´ye vardı. Mescide koştu, Resulullah (s.a.v.), onun telaşla koşup geldiğini görünce:

-Muhakkak şu adam bir korku görüp geçirmiştir." buyurdu. Kevser, Nebi (s.a.v.)e yaklaşınca Resul-i Ekrem´e:

-Vallahi, efendim Öldürüldü. Engel olmazsanız muhakkak ben de öldürü-. leceğim." dedi. Bu sırada Ebu Basîr de geldi ve:

-Ya Resulullah, vallahi sana Allah ahdini ifa ettirdi. Beni müşriklere iade ettin. Sonra Allah beni onlardan kurtardı." dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) ashaba hitaben:

-Anası helak olası Ebu Basîr´e hayret olunur. Bu adam harp gel berisi d ir. Eğer bunun fikrine yardım eden bulunsa o fınn karıştırır gibi harbi ateşleyecek sulh bozulacak." Ebu Basîr Resul-i Ekrem´in bu sözlerini işitince, kendisini müşriklere hemen iade edeceğini anladı. Resulullahın huzurundan çıktı. Ve de­niz sahiline kadar kaçtı." İS" mevkiinde karar kıldı.

Râvi diyor ki: "Süheyl´in oğlu Ebi Cendel de yetmiş süvari müslüman ile birlikte müşrikler arasından kaçarak Ebu Basîr´e iltihak etti. Şimdi artık müslü­man olan herkes, Kureyş arasından ayrılarak Ebu Basîr´e katılmaya başladı. Ni­hayet Ebu Basîr´in etrafında mühim bir kuvvet toplandı. Vallahi bunlar, Ku-reyş´in Şam´a bir ticaret kafilesinin gittiğini duyunca hemen onları çevirirlerdi. Kendilerini öldürüp mallarını alırlardı.

Kureyş, kendisini tehdit eden bu vaziyet üzerine Resulullah (s.a.v.)e Ebu Süfyanı hususi bir yetki ile gönderdi. Şimdi Kureyş Resul-i Ekrem´den Allah rı­zası için ve aradaki akrabalığa hünneten Ebu Basir cemaatinin talanına mani ol­masını ricaya başlamıştı. "Artık bundan böyle Mekke´den Medine´ye kim gelirse emindir iade edilmeyecektir." diye haber göndermişlerdi. Nebi (s.a.v.) Ebu Bâsir cemaatine mektup gönderdi. Medine´ye gelmelerini bildirdi. Bunun üzeri­ne Allah teala: "Sizi, onlara muzaffer kıldıktan sonar Mekke´nin göbeğinde on­ların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çektiren Allahtir. Allah, yaptık­larınızı çok iyi görür." "Onîar, inkar edenler, sizi Mescid-i Haram´ı ziyaretten ve beraberinizde kurbana tahsis ettiğiniz hayvanları yerine kavuşmaktan alıkoyan­lardır. Eğer o kâfirler arasında bilmediğiniz mümin erkekler ve mümin kadınlar bulunup da farkında olmayarak, onlan tepeleyip vebal altında kalma ihtimaliniz olmasaydı, savaşmanıza izin verirdik. Bütün bu nimetleri Allah size, diledikleri­ni rahmetine kavuşturmak için vermiştir. Eğer müminlerle kâfirler birbirlerin­den seçilip ayrılmış olsalardı, elbette kâfirleri can yakıcı bir azaba uğratırdık." "İnkar edenler, kalblerine taassubu, o cahiliye taassubunu yerleştirirken, Allah da peygamberinin ve müminlerin kalblerine huzur ve sükunet indirdi. Onları takvayı gerektiren sözden ayırmadı. Bunlar ise, buna hakkıyla layık ve ehil kim­selerdi. Allah, herşeyi çok iyi bilir. [20] âyetlerini indirdi. [21]



11- Savaşa katılmayan bazı Bedeviler sana: "Savaşa katılmaktan bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. AHahtan, bizim bağışlamamızı dile" diyeceklerdir. Onlar dilleriyle kainlerinde bulunmayan şeyi söylerler. Sen onlara şöyle de: "Allah size bir zarar veya fayda vermek isterse, AHaha karşı size kim ne yapabilecektir Doğrusu Allah, yaptığınız her şeyden ha­berdardır." 

Ey Muhammed, Umre yapmak için Mekke´ye yaptığın yolculukta sana katılmayıp geride kalan bazı Bedevileri, geri döndüğünde kınayınca, onlar senin kınamana karşı şöyle diyeceklerdir: "Seninle beraber gelmeye, mallarımızı ve ailemizi düzeltmekle meşgul olmamız engel oldu. Rabbimizden bizim, geri ka­lışımızdan dolayı işlediğimiz hatalarımızı affetmesini dile." Bedeviler bu sözle­rinde yalancıdırlar. Onlar, kalblerinde olmayan şeyleri dilleriyle söylüyorlar. Aslında yaptıklarına pişman olmadıkları halde senin, kendileri için af dilemeni istiyorlar. Sen bu Bedevilere de ki: "Ben sizin, Aİlahtan affınızı dilesem bile Alah sizi, mallarınızı ve ailelerinizi helak etmeyi dileyecek olursa veya malları­nızı artırarak ve ailenizi düzelterek size bir fayda sağlayacak olsa Allanın bu di­lediğini geri çevirecek kim olabilir Bu münafıkların zannettiği gibi Allah onla­rın kalblerinde olanları bilmekten gafil değil bilakis onların yaptıklarından ha­berdardır. Yaratıklarının yaptıklarından hiçbir şey ona gizli değildir. O, bunları zaptettimıektedir ve âhirette kullarına, amellerine göre ceza ve mükafaat vere­cektir.

Peygamber efendimiz Mekke1 ye^iderek Umre yapmak istediği Hudey-biye yılında, Kureyşliler´in kötü davranacaklarından çekinerek Medine´nin çev­resinde bulunan Bedevileri de Umre yapmaya davet etmiştir. Tâ ki Kureyşliler yanlış bir kanaata sahip olmasınlar ve kendileriyle savaşa gelinmediğini bilsin­ler. Hatta Resulullah bu maksatla, beraberinde kurbanlıklar da götürmüştür. Fa­kat Bedeviler, Resulullah ile birlikte Umre yapmayı reddetmişler ve ona katıl­mamışlardır. İşte âyet-i kerime bu hususları beyan etmektedir. [22]



12- Daha doğrusu siz, peygamber v c müminlerin bir daha ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu düşünce kalbinize güzel göste­rilmişti. Kütü zanda bulunmuştunuz. Bu yüzden siz, helak edilmeye layık bir kavim oldunuz,

Ey, "Malımız ve ailemiz seninle savaşa gitmemize engel oklu." diyen Be­deviler, aslında sizin savaşa çıkmanıza mani olan, mallarınız ve aileleriniz de­ğildi. Gerçekte engel olan şey sizin, "Resuiullahın ve sahabilerinin, düşman!an tarafından imha edilerek tekrar ailelerine dönemeyecekleri" şeklindeki tahmini-nizdi. Şeytan, bu tahmininizi size yaldızlı göstermişti. Allanın, peygamberine ve müminlere yardım etmeyeceği zarımda bulunmuştunuz. İşte bu, kötü bir tah­mindi. Bu sebeple sizler, helak olmayı hak eden, fasit ve kendilerinden hayır beklenmeyen bir kavim oldunuz. [23]



13- Kim Allaha ve Resulüne iman etmezse, şüphesiz ki biz, kâfirler için alev alev yanan bir cehennem hazırladık.

Ey münafık Bedeviler, gerek sizden gerek sizin dışınızdan kim, Allaha iman etmez, Allanın peygamberinin getirdiklerini tasdik etmezse bilsin ki biz, o gibi insanlar için kıyamet gününde, alev alev yanan cehennem ateşi hazırlami-şızdır. [24]



14- Göklerin ve yerin mülkü sadece Allahındır. O, dilediğini bağış­lar, dilediğine azap eder. Allah, çok affaden ve merhamet edendir.

Ey münafıklar, göklerin ve yerin mülkiyeti sadece Allaha aittir. Size azap etmeyi dilediği takdirde kimse buna mani olamaz. Münafıklığınızdan vazgeçti­ğinizde, sizi affetmesine de kimse mani olamaz. Allah, çok affeden ve çok mer­hamet sahibi olandır.

Âyet-i kerime, Hudeybiye seferinden geri kalan münafık Bedevileri, yaptıklarından vazgeçmeye ve onları tevbe etmeye üavet etmektedir. [25]



15- Siz ganimetleri almaya gittiğiniz vakit, savaşa katılmayıp geride kalanlar "Bırakın da biz de size tabi olalım." diyeceklerdir. Onlar bu söz­leriyle Alicin kelamını değiştirmek isterler. Ey Muhammcd, sen onlara: "Elbette b ie tabi olamayacaksınız. Çünkü Allah, daha önce sizin için böyle buyurmuşun-." de. Bunun üzerine onlar da: "Hayır, siz bizi çekemiyorsu­nuz." diyeceklerdir. Doğrusu onlar, pek az anlarlar.

Ey Muhammed, sen ve ashabın, Beytullahı ziyaret edip Umre yapmak için yola çıktığınızda sizin, müşrikler tarafından öldürüleceğinizi ve sağ salim ailenize dönemeyeceğinizi zannederek sizin yolculuğunuza katılmayan müna­fıklar, sizler, Allanın, Hudeybiye seferinde bulunanlara vaadettiği Hayber gani­metini almaya giderken bu defa "Bize müsaade edin de sizinle beraber gelelim." derler. Onlar bu sözleriyle Allanın, sadece Hudeybiye sulhüne katılanlara vaa­dettiği ganimetten pay almayı ve Allahm bu vaadini değiştirmeyi isterler. Sen onlara de ki: "Biz, Hayber´e giderken siz bize asla tabi olmayacaksınız. Çünkü Allah, biz Hudeybiye´den dönerken daha sizin yanınıza varmadan önce Hayber ganimetinin sadece bize ait olduğunu bildirdi."

Bunu duyan münafıklar "Hayır, siz bizi kıskanıyorsunuz." diyeceklerdir. Doğrusu onlar, pek az anlayışlıdırlar. Zira onlar, anlayışlı olsalardı Hudeybiye seferinden geri kaldıkları halde Hayber ganimetinden pay istemekten utanırlardı.

Peygamber efendimiz, Umre yapmak üzere Beytullaha giderken, Mek-keli müşriklerin saldırılarına karşı tedbir almak için Medine ve çevresinde bulu­nan bütün müslümanların, kendisiyle birlikte bu Umre yolculuğuna katılmaları­nı istemiştir. Fakat Bedevilerden münafık olanlar, Resulullahın ve sahabilerinİn yok edileceklerini ve bir daha geri dönme imkanı bulamayacaklarını zannede­rek, Resulullahın kafilesine katılmamışlardır. Resulullah, Hudeybiye sulhunu yapıp geri dönünce Allah teala ona Hayber´i fethedeceklerini ve Hayber gani­metlerinin Hudeybiye sulhüne katılanlara ait olacağını bildirmiştir. Bunun üze­rine Resulullaha daha önce katılmayan münafıklar bu defa Hayber seferine ka­tılmak istemişler fakat âyet-i kerime inmiş ve onların Hayber seferine katılma­yacaklarını beyan etmiştir.

Âyet-i kerimede "Onlar, Allahm kelamını değiştirmek isterler." ifadesi geçmektedir. Mücahid, Katade ve Cüveybir´e göre bu ifadeden maksat, Allah tealanın, Hudeybiye´ye katılan müminlere Hayber ganimetini vaadettiğini bildi­ren kelamıdır. Münafıklar bu ifadeyi değiştirerek kendilerinin de Hayber gani­metlerinden pay almak istemişlerdir.

îbn-i Zeyd ise demiştir ki: Sefere katılmayan münafıkların, değiştinnek istedikleri ilahi kelamdan maksat şu âyet-i kerimedir: "Eğer Allah, bu cihattan sonra tekrar seni geri kalan bu topluluğa döndürür de, onlar da seninle cihada çıkmak için izin isterlerse onlara şöyle de: "Benimle beraber bir daha asla çık­mayacaksınız vedüşmana karşı benimle beraber´savaşamayacaksmiz. Çünkü ilk defasında savaşa çıkmayıp oturmayı istediniz; Şimdi de geriye kalanlarlar bera­ber oturun. [26]

Taberi, birinci görüşü tercih etmiş, ikinci görüşte zikredilen âyet-i keri­menin Tebük seferine katılmak istemeyen münafıklar hakkında nazil olduğunu, Tebük seferinin ise Mekke´nin fethinden sonra gerçekleştiğini söylemiştir. [27]



16- Ey Muhammcd, savaşa katılmayıp geride kalan Bedevilere sen şöyle de: "Yakında güçlü kuvvetli bir kavimle savaşa çağırılacaksınız. On­larla ya savaşacaksınız veya ınüslüman olacaklar. Eğer bu davete uyarsa­nız Allah, size güzel bir mükafaat verecektir. Şayet daha önce yüzçevirdiği-niz gibi yine de yüz çevirecek olursanız sizi, can yakıcı ağır bir azapta ceza­landıracaktır."

Allah teala bu âyet-i kerimede, Hudeybiye seferine katılmayan münâ-faklara hitab ediyor ve onlara, yakın bir zamanda kuvvetli bir düşmanla savaşa çağırılacaklarını, bu çağırıya uydukları takdirde Alluhın vaadetîiği güzel bir mü­kafaat olan ceneti kazanacaklarını, uymadıkları takdirde ise azaba uğratılacakla­rını beyan etmektedir.

Bedevilerden münafık olanların, kendileri ile savaşmaya davet edilecek­leri bu güçlü ve kuvvetli kavmin hangi kavim olduğu hususunda,farklı görüşler zikredilmiştir. 

Atâ b. Ebi Rebah´ın Abdullah b. Abbas´tan naklettiği bir görüşe göre bu kavimden maksat, Farslardır. Ata, Mücahid ve bir rivayete göre İkrime de bu görüştedirler.

Abdurrahman b. Ebi Leylâ ve Hasan-ı Basri´den nakledilen bir görüşe gö­re ise bu kavimden maksat, Farslar ve Rumhırdır.

Said b. Cbeyr, Katade ve İkrime´den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu kavimden maksat, Huneyn savaşında müslümanlnra karşı savaşım Hevazin, Sakiyf ve Gatafan oğullarıdır.

Zührî, Cübeyr, bir rivayete göre Sadi b. Cübeyr ve İkrime´ye göre bu ka­vimden maksat, yalancı peygamberlik iddia eden Müseylimetü! Kezzab´a uyan Hanif oğullarıdır.

Kâ´bul Ahbar´a göre ise bu kavimden maksat. Rumlardır.

Taberi, âyet-i kerimenin bu kavimlerden herhangi birini açıkça zikretme­diğini, bu itibarla âyeti bunlardan herhangi birine tahsis etmenin isabetli olma­yacağını söylemiş, âyetni bunlardan herhangi birini kasdedebileceği gibi bunla­rın dışında başka bir kavmi de kasdetmiş olabileceğini söylemiştir. [28]



17- (Savaşa katılmayıp geride kalan) köre bir günah yoktur. Topala da bir günah yoktur. Hastaya da bir günah yoktur. Kim Allaha ve Resulü­ne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennelere koyar. Kim de yüzçcvirirse, Allah onu, can yakıcı bir azaba çarptırır.

Ey insanlar, içinizden kör olanın, müminlerle birlikte cihada gitmemesin­de bir günah yoktur. Topal olan için de bir günah yoktur. Hasta olan için de bir günah yoktur. Kim, Allaha ve peygamberine, kâfirlere karşı savaşma emirlerin­de itaat eder de müminlerle beraber olursa Allah onu kıyamette, altından intak­lar akan cennetlere koyacaktır. Kim de kâfirlerle savaşmaya davet edildiği za­man savaştan geri durarak Allaha ve Resulüne itaatten yüzçevirecek olursa Al­lah onu, kıyamet gününde can yakıcı bir azapla cezalandıracaktır. [29]



18-19- Şüphesiz Allah, o ağacın altında sana biat ederken müminler­den razı oldu. Kalblcrindc olanı bildi ve onlara huzur ve sükunet bahşetti. Onları yakın bir fethi ve elde edecekleri birçok ganimetlerle mükafaatlan-dırdı. Alllahjherşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey Muhammed, Allah, Hudeybiye sulhünden Önce, ağacm altında Ku-reyşle savaşacaklarına, seni bırakıp kaçmayacaklarına dair sana biat eden mü­minlerden, sana biat ettikleri sırada razı oldu. Allah, onların kalblerindeki sami­miyeti ve vefakarlığı ve sabn bildi. Onlara sükunet ve vakar bahşetti. Dinlerinde sabit kaldılar. Haktan ayrılmadılar. Yine Allah onlara, Mekke´nin fethinden ön­ce Hayber´in fethini, mükafaat olarak nasibetti. Onlara, Hayber´den ve ondan sonraki fetihlerden alacakları birçok ganimetleri lütfetti. Allah, düşmanlarından

intikam almakta herşeye galiptir. Yaratıklarını sevk ve idare etmekte hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime, Hudeybiye sulhünden önce, Resulullahın, sahabilerden Kureyş´e karşı savaşacaktanna dair almış olduğu "Rıdvan bey´atım" beyan et­mektedir.

İbn-i İshak bu biata sebep olarak şunları zikretmiştir:

Resuluîlah (s.a.v.) Kureyş´in ileri gelenlerine, kendisinin Mekke´ye gidiş sebebini bildirmesi için Hz. Ömer´i çağırmış ve onu elçi olarak göndermek iste­miştir. Hz. Ömer ise "Ben Kureyşlilerden çekmiyorum. Zira Mekke´de beni Ku­reyş´e karşı koruyacak kabilem Adiy oğullarından kimse bulunmamaktadır. Ku-reyşliler, benim kendilerine karşı olan düşmanlığımı ve sertliğimi çok iyi bil­mektedirler. Falcat istersen ben sana, Kureyşlilerin benden daha fazla takdir et­tikleri birisini göstereyim. Bu, Osman b. Affan´dır. Sen onu Ebu Süfyan´a ve Kureyş´in diğer ileri gelenlerine gönder. O senin, savaş için gelmediğini, Kabe´nin kutsallığını takdir ederek onu ziyarete geldiğini söylesin." dedi. Bunun üzerine Resuluîlah (s.a.v.) Hz. Osman´ı gönderdi. Hz. Osman Mekke´ye vardı. Eban b. Said ile görüştü. Eban kendi bineğinden inip onu bindirdi ve kendisi de bindi. Resulullahın mektubunu tebliğ edinceye kadar Osman´ı himayesine aldı. Osman (r.a.) Ebu Süfyan ve Kureyş´in ileri gelenleriyle görüştü ve onlara, Resu­lullahın İsteklerini bildirdi. Hz. Osman Resulullahın mektubunu bitirince Ku-. reyşliler ona: "Eğer Kâbeyi tavaf etmek istersen et." dediler. Hz. Osman, "Resu-lullah onu tavaf etmeden önce ben tavaf etmem." dedi.

KureyşlilerHz. Osman´ı geri göndermeyip yanlarında alıkoydular. Resu-lullaha ve müslümanlara, Hz. Osman´ın öldürüldüğü şeklinde bir haber geldi. Bunun üzerine Resuluîlah: "Biz bu kavimle vuruşmadan önce geri dönmeyecc-´ giz." dedi. Ve insanları ağacın altında biat etmeye çağırdı. Bütün müslümanlar, Kureyşle vuruşacaklarına ve savaştan kaçmayacaklarına, gerekirse canlarım fe­da edeceklerine dair biat ettiler. Sadece Ced b. Kays biat etmemiştir.

Cabir b. Abdullah diyor ki: "Ben, Ced b. Kays´in, insanlann gözünden-saklanmak için devesinin koltuğuna yapışık bir şekilde durduğunu gördüm," Sonra Resulullaha Hz. Osman hakkında söylenenlerin doğru olmadığı haberi geldi. Bu ağaç altında Resulullaha biat edenlerin sayısının bin dört yüz ile bin beş yüz kişi arasında olduğu rivayet edilmektedir. [30]



20- Allah, size, elde edeceğiniz daha birçok nimetler vaadetmiştir. Şimdi ise müminlere bir delil olsun, sîzi de doğru yola şevketsin diye bu ga­nimetleri (Haybcr ganimetini) hemen vermiş ve insanların elini sizden çek­tirmiştir.

Âyet-i kerimede, Allah tealanın, müminlere bir kısım ganimetleri derhal verdiği, diğer bir kısım ganimetleri ise daha sonra vereceği beyan edilmektedir. Derhal verilen ganimetlerden maksat, Mücahid´e göre Hudeybiye sulhünden sonra müsitimanlann elde ettikleri Hayber ganimetleridir. Taberi üe bu görüşü tercih etmiştir. Abdullah b. Abbas´tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise, der­hal verilen ganimetlerden maksat, Hudeybiye sulhunun bizzat kendisidir. Bu sulh müminler için bir ganimet mahiyetindedir.

Âyette, daha sonra verileceği ifade edilen ganimetten maksat ise Müca­hid´e göre müminlerin, Hayber ganimetinden sonra, kıyamete kadar, kâfirlerden alacakları ganimetlerdir. Huneyn savaşında alınan ganimetler Fars ve Rumlar­dan alınan ganimetler, Allahın vaadettiği bu ganimetlerdendir.

İbn-i Zeyd´e göre ise bu ganimetlerden maksat, Hayber´de elde edilen ga­nimetlerdir.

Âyet-i kerimede, Allah tealanın, müminlerden insanların ellerini çektirdi­ği beyan edilmektedir. Bu insanlardan maksat, Katade´ye göre Yahudilerdir. Zi­ra müminler, Hudeybiye sulhunun yapıldığı yıldaki Umreyi yapmak için yola çıktıklarında Allah müminlerin Medine´de kalan aile ve çocuklarını, orada yaşa­yan Yahudilerin şerrinden korumuştur. Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allahın müminleri şerlerinden koruduğu insan­lardan maksat, Mekke müşrikleridir. Zira Allah, müminleri onların şerlerinden korumuştur. [31]



21- Ayrıca, henüz gücünüzün yetmediği, fakat Allahın ilmî ile kuşat­tığı ganimetler de vardır. Allah, herşeye kadirdir.

AlIah teala bu âyet-i kerimede, âyetin indiği zamanda henüz müslüman-lann güçlerinin yetmediği fakat bilahare fethederek ganimetlerini elde edecekle­ri ülkelerden bahsetmektedir. Bu ülkelerden maksat, Abdullah b. Abbas, İbn-i Ebi Leyla ve Hasan-ı Basrî´ye göre Farslar ve Rumlardır. Mücahid´e göre ise kı­yamete kadar fethedilecek ülkelerdir. Delıhak, İbn-i Zeyd ve İbn-i İshak´a göre ise, Hayber´dir. Katade´ye göre de Mekke´dir. Taberi bu görüşü tercih etmiştir. Zira müminlerin, bu âyet indiğinde fethetmeye güç yetiremedikleri şehir Mekke idi. [32]



22- Eğer kâfirler sizinle savaşacak olsalar, elbette arkalarına dönüp kaçarlar. Sonra da ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler.

Ey Rıdvan biatına katılan müminler, Mekke´de yaşayan kâfirler sulh yap­mayıp sizinle savaşmaya girişecek olsalardı elbette ki mağlup olacak ve gerisin geri kaçacaklardı. Zira Allah, sizinle beraberdir. Onların ise ne bir dost ne de bir yardımcıları vardır.

AIIah teala bu âyet-i kerimede, ağacın altında Resulullaha biat eden mü­minlerin maneviyatını takviye etmekte ve onlara yardım edeceğini bildirmekte­dir. [33]



23- Allahı ti öteden beri devam edegelen kanunu budur. Allahın ka­nununda hiçbir değişiklik bulamazsın.

Allahın, devamlı olarak süregelen kanunu, kâfirlere karşı dostları olan müminlere yardım etmektir. Allahın bu kanunu asla değişmeyecektir. Zira iyi­likte bulunana iyiliğinin karşılığını vermek, kötü amel işleyenleri cezalandır­mak, Allanın adaletinin gereğidir.

Bu âyet-i kerime Hudeybiye sulhu sırasında müşriklerin Resulullaha yapmak istedikleri bir saldırıyı beyan etmektedir. [34]



24- Sizi, onlara muzaffer kıldıktan sonra Mekke´nin göbeğinde onla­rın etlerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çektiren AHahtir. Allah, yap­tıklarınızı çok iyi görendir.

Enes b. Mâlik bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şöyle diyor:

"Mekkelilerden seksen kişi, Resulullahı ve sahabilerini gafil avlamak maksadıyla Ten´im dağından aşağı silahlarını kuşanmış olarak, Resulullaha doğ­ru iniyorlardı. Resulullah bunları, çatışma olmadan yakaladı. Fakat bunları öl-dünneyip affetti. Bunun üzerine Allah teala "Sizi onlara muzaffer kıldıktan son­ra, Mekke´nin göbeğinde onlann ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çek­tiren AUahtır. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir." âyetini indirdi. [35]

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında başka rivayetler zikredilmiş , ise de bunların en sahihinin yukarıda anlatılan sebep olduğu nakledilmektedir. [36]



25- Ünlar,inkar edenler, sizi Mcscid-i Haram´ı ziyaretten ve berabe­rinizde kurbana tahsis ettiğiniz hayvanları yerine kavuşmaktan alıkoyan-1 larçhr. Eğer o kâfirler arasında, bilmediğiniz mümin erkekler ve mümin´ kadınlar bulunup da farkında olmayarak, onları tepeleyip vebal altında kalma ihtimaliniz olmasaydı, savaşmanıza izin verirdik. Bütün bu nimetle­ri Allah size, dilediklerini rahmetine kavuşturmak için vermiştir. Eğer mü­minlerle kâfirler, birbirlerinden seçilip ayrılmış olsalardı, elbette kâfirleri can yakıcı bir azaba uğratırdık.

Allah teala, bu âyet-i kerimede, Resululiahın Umre yapmak için kurban­lıklarla birlikte Kâbeyi ziyarete vardığında onun Kâbeye girmesine engelolan ve kurbanlarının Harem bölgesinde kesilmesine mani olan Mekkeli müşriklerin kâfir olduklarını bildiriyor ve Hudeybilye şulhü yerine bunlarla savaşmaya izin verilmemesinin hikmetini beyan ediyor. Bu da, Mekkeli müşriklerin içinde, kor­kularından imanlarını açığa vuramayan veya imanlarını açığa vurdukları haldö Mekkeli müşriklerin hicret etmelerine engel oklukları bir kısım müminlerin bu­lunmasıdır. Zira Medine´den gelen Resulullaha ve sahabilere, Mekke müşrikle-riyle savaşmaya izin verilecek olsaydı bunların içinde bulunan müminler, müs,--lümanlar tarafından ezilmişolurlardı. İşte bu sebeple Allah, müşriklerle Hudey> biye sulhunun yapılmasına izin verdi ve bu sulh yukarıda zikredildiği şekilde yapıldı. [37] 



26- İnkar edenler, kalblerine taassubu, o cahiliye taassubunu yerleş­tirirken, Allah da peygamberinin ve müminlerin kalblerine huzur ve süku­net indirdi. Onları,takvaya götüren sözden ayırmadı. Onlar ise buna hak­kıyla layık ve ehil kimselerdi. Allah, herşeyi çok iyi bilendir.

Âyet-i kerimede, kâfirlerin kalblerine cahiliye taassubunun yerleştiği mektedir. Kâfirlerin cahiliye taassupları, Resululluhın Mekke´ye girme­sine engel olmalarıyla ve´Hudeybiye sulhunun metni yazılırken "Rahman ve Ral im" kelimelerine itiraz etmeleriyle ve: "Bu, Allanın peygmaberi Muham-îTJ^arafridan yapılan bir anlaşmadır." cümlesindeki "AHahın peygamberi" ke-İ)ffİ^İne itiraz etmeleriyle ve: ^´Bu AHahın peygamberi Muhammed tarafından ^n bir anlaşmadır." cümlesindeki "AHahın peygamberi" kelimesine itiraz yle.ortaya çıkmıştır. Zira onları bu tür davranışlara sevkeden tek sebep, taassuplarıdır. İşte âyet-i kerime, müşriklerin böyle bir taassup içinde İpujünurken Allanın, müminlerin kalbinesükunut ve vakar verdiğini ve onları takvaya ulaştıran "Lailahe İlalllah" kelimesinden ayırmadığını beyan etmekte­dir, müminler, kâfirlerin taassuplaları karşısında vakarlarını muhafaza etmişler ve´CİÎhlerinden taviz vermemişlerdir.Ayet-i.kerimede müminlerin "Takvaya götüren sözden" ayrılmadıkları

zikredilmektedir. Takvaya götüren sözden maksat, Hz. Ali, Abdullah b.Abbas, Amr b, Meymun, Mücahid, Katade, İbn-i Zeyd, Dehhak, İkrime, ve Ata göre "Lailahe İllallah" kelimesidir. Müminler bunu söyleyerek kendi-jıçehennem azabından kurtamıış olurlar.

-sI/t´r^Mücahid´den nakledilen diğer bir görüşe göre ise "Takvaya götüren îiKiZi´i´Uen maksat, İhhıstır, Zühri´ye göre ise bu kelimeden maksat, "Bismillahir-r^tahîdnİiTahirn"dir.

(Dığer bir görüşe göre ise "Takvaya götüren söz"den maksat, "Lailahe İl-lallahu Vahdehulaşerikeleh. Lehul Mülkü ve Lehul Hamdü ve Huve Ala Külli Şey´in kadir." Allahtan başka hiçbir ilah yoktur. O tektir, onun hiçbir ortağı k: Cylülk sadece ona aittir. Övülme .sadece ona mahsustur. O, herşeye gücü ,"1. sözüdür. [38]



27- Şüphesiz ki Allah,peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Ey mü­minler, elbette ki sizler, Allah dilerse güven içinde saçlarınızı tıraş etmiş[39]



28- Dinini bütün dinlerden üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak bir din ile gönderen O´dur. Şahit olarak Allah yeter.

Peygamberi Muhammed´i doğru yola götüren açık seçik hükümlerle ve hak din olan İslam ile gönderen Allahtır. Allah, peygamberini böylece gönderdi ki Hak din olan İslam ile bütün dinleri iptal etsin. Ve böylece yeryüzünde İs-lamdan başka din kalmasın. Allanın İslam dinini diğerlerine galip getireceğine dair şahit olması yeter. Başka şahitlere ihtiyacı yoktur.

Allah teala bu âyet-i kerimede, Hudeybiye sulhu yapılırken müşriklere ılımlı davranıldığmdan dolayı üzülen müminleri teselli etmekte ve onların din­leri olan İslamın, bütün dinlere galip geleceğine, bizzat Allanın kendisinin şahit olduğunu bildimıektedir ki müminler, Mekke´nin ve onun gibi olan birçok yerin daha sonraki tarihlerde mutlaka fethedileceğini bilmiş olsunlar ve maneviyatları güçlensin. [40]



29- Muhammed, Allahın Resulüdür. Onun yanında bulunan mümin­ler kâfirlere karşı çok sert, kendi aralarında son derece merhametlidirler. Onların rüku ve secde ettiklerini görürsün. Onlar Allahın lütuf ve rızasını dilerler. Onların yüzlerinde secde izlerinden nişanları vardır. İşte bu onla­rın Tcvratta anlatılan vasıflarıdır. İncildcki vasıfları da şöyledir: Onlar fili­zini yarıp çıkarmış, derken kuvvetlenmiş, kalınlaşmış, sapı üzerine dosdoğ­ru dikilmiş bir ekine benzerler ki, bu, çiftçilerin hoşuna gider. İşte Allah, kâfirleri öfkelendirmek için, (müminleri böyle çoğaltıp geliştirir.) Allah onlardan iman edip de salih amel işleyenlere mağfiret ve büyük bir müka-faat vaadetmiştir.

Allah teala bu âyette Resulullahı ve müminleri vasıflandırarak buyuru­yor ki: "Muhammed Allahın peygamberidir. Onun dinine tabi olan sahabileri ise kafirlere arşı pek sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Zira onların kız­maları da merhametleri de Allah nzası içindir.

Evet, müminler, kâfirlere karşı katı kalplidirler. Bu hususta başka bir âyette şöyle Duyurulmaktadır: "Ey iman edenler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın, sizde bir sertlik bulsunlar." [41]

Müminler kendi aralarında ise şefkatli ve merhametli davranırlar. Bu hu­susta peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Sen, müminlerinbirbirlerine merhamet etmelerinde, birbirlerini sevmele­rinde ve birbirlerine karşı şefkatli davranmalarında tek bir vücut gibi olduklarını görürsün. Vücudun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları uykusuz kala­rak, ateş ve acıyı paylaşarak rahatsız olan organa ortak olurlar. [42]

Allah teala, Resulullah ile beraber olan müminlerin sıfatlarını beyan et­meye devamla buyuruyor ki: "Ey Muhammed, en, o müminlerin namazlarında rüku ve secde ettiklerini görürsün. Onlar, kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametli olmaları ve rüku ve secdeleriyle sadece Allahın lütfunu ve rızasını dilerler. Gösteriş yapmak istemezler. Onların yüzlerinde secde izlerinden nişan­lan vardır.

Müfessirler müminlerin, secde etmelerinden dolayı yüzlerinde görülen bu . nişanların ne olduğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abbas, Halid el-Hanefi, Atiyye, Mukatil ve Hasan-ı Basrî´den nakledilen bir görüşe göre, namazlarında secde eden müminlerin yüz-lerinüeki alamet, kıyamet gününde ortaya çıkacak bir parlaklık ve bir nurdur. Allah, kıyamet gününde müminlerin yüzüne böyle bir alamet verecek ve onlar bu alametleriyle tanınacaklardır.

Mücahid´den ve Abdullah b.Abbas, Halid el-Hanefi, Atiyye, Mukatil ve Hasan-ı Basrî´den nakledilen bir görüşe göre, namazlarında secde eden mümin- * lerin yüzlerindeki alamet, kıyamet gününde ortaya çıkacak bir parlaklık ve bir nurdur. Allah, kıyamet gününde müminlerin yüzüne böyle bir alamet verecek ve onlar bu alametleriyle tanınacaklardır.

Mücahid´den ve Abdullah b. Abbas´ın diğer bir rivayetinden nakledilen başka bir görüşe göre ise, müminlerin yüzlerinde görülen secde alameti İslami bir sima taşımaları, mütevazı ve huşu içinde olmalarıdır.

Hasan-ı Basrî ve İbn-i Atiyye´den nakledilen diğer bir görüşe göre ise secde edenlerin yüzlerinde görülen alametten maksat, namaz kılanların yüzle­rinde görülen yorgunluk, saramı a vb. alametlerdir.

Said b. Cübeyr ve İkrime´den nakledilen başka bir görüşe göre ise secde edenlerin yüzlerinde görülen alametlerden maksat, yerden insanların yüzlerine yapışan topraklar ve çiğlerden oluşan ıslaklık vb. şeylerdir.

Taberi, bu görüşleri naklettikten sonra özetle şöyle demektedir: "Allah te-ala, sıfatlanın zikrettiği bu müminlerin yüzlerinde secde izlerinden alametler ol­duğunu beyan etmiş ve bu alametlerin dünya ve âhiret gibi herhangi vakitle mu­kayyet olduğunu veya herhangi bir şekille şekillendiğini bildirmemiştir Madem ki durum böyledir, o halde bu alamet müminlerin yüzlerinde her zaman mevcut­tur. Dünyada müminleri tanıtan bu alamet, İslamm izleridir. Bunlar da. İslamın, mümine bahşettiği, huşu, takva, mütebessim bir sima vb. alametlerdir. Âhirette ise, ümmini tanıtan bu alametler, secde izleri, alnında parlayan abdest izleri vb. alametlerdir. Allah teala, Resulullaha iman eden müminlerin bu şekilde sıfatlan­malarının Hz. Musa´ya verilen Tevratta bulunduğunu, Hz. İsa´ya verilen İncil´de ise Hz. Muhammed (s.a.v.)e imane den müminlerin şu şekilde nitelendirildikle­rini beyan ediyor ve buyuruyor ki: "Onlar, filizini yanp çıkarmış, derken kuv­vetlenmiş, kalınlaşmış, sapı üzerine dosdoğru dikilmiş bir ekine benzerler."

Allah teala, müminleri, önce filiz halinde olup daha sonra yetişen ekinle­re benzetmiştir. Zira müminler İslamın geldiği İlk zamanlarda sayıları ve güçleri az olarak bu filizlere benzemekteydiler.Daha sonra ise, filizlerin çoğalıp güçlen­mesi gibi müminler de çoğalıp güçlenmişler ve mükemmel hale gelmişlerdir.

Yetişen ekinlerin, ziraatçilerin hoşuna gitmesi gibi, müminlerin çoğalması da iman edenlerin hoşuna gitmiştir. Allah, Hz. Muhammed´e tabi olan müminleri, bu şekilde kuvvetlendimıiştir ki, kendisini inkar eden kâfirleri öfkelendirip ke­derlendirsin. Onlar böylece hüzün içerisinde kalsınlar. Allah, ekin filizlerine benzeyen bu müminlerden, hakkıyla iman edip salih amel işleyenlere, kusurları­nı affetmeyi ve onları cennete koymayı vaadetmiştir. [43]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Felih Suresi, ayet: 1

[2] Felih Suresi, ayet: 4

[3] Felih Suresi, ayet: 10

[4] Felih Suresi, ayet: 18

[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/451.

[6] Buhari, K.Tefsir el-Kur´an, Sure: 48, bab: 1.

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/453.

[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/454.

[8] Buharı, K.el-M.ngazi.bab: 35

[9] Buhari, K.Tefsir el-Kur´an, Sure: 48, bab: 2

[10] Buhari, K.Tefsir el-Kur´an, Sure, 48, bab: 2

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/454-456.

[11] Mâicie Suresi, âyet: 3

[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/456-457.

[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/457458.

[14] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/458.

[15] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/459.

[16] Bulıarl, K.Tcfsir cl-Kur´an, Sure: 48, bab: 3

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/459

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/460.

[18] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/460.

[19] Müıntahine Suresi, âyet: 10

[20] Fetih Suresi, âyet: 24-26

[21] Buhari, K. eş-Şürut, bab: 15.

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/461-476.

[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/477.

[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/478.

[24] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/478.

[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/479.

[26] Tevbe Suresi, 3yet 83.

[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/479-480.

[28] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/481.

[29] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/482.

[30] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/482-483.

[31] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/484.

[32] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/485.

[33] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/485.

[34] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/485

[35] Müslim,K.el-Cihari,bab: 133, Hadis no: 1808 /Ebu Davud,K.el-Cih;td, bab: 120, Hadis no: 2688.

[36] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/486.

[37] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/487.

[38] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/487-488.

[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/488-489.

[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/490.

[41] Tevbe Suresi, âyet: 123.

[42] Duhari, K.el-Edeb, hah: 27 /Müslim, K.el-Birr, bub: 
[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 7/491-493.