28 Şubat 2011 Pazartesi

MEDİNE-İ MÜNEVVERE ZIYARETİ



Hac ve umre ibâdetlerinin başlangıcında veyâ nihâyetinde, Medîne-i Münevvere’de ziyâret ettiğimiz Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makâmı; kalbin, ilâhî muhabbet nakışlarıyla ziynetlenip ulviyyet kazandığı bir mekândır. Bundan dolayı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce hâtıraları ve can bahşeden nefesiyle dolu o mübârek topraklara yüz sürerken, O’nun rûhâniyetinden nasîb alma aşkıyla Ravza-i Mutahhara ziyâret edilmeli ve bu kutlu beldenin, sînesinde kâinâtın en yüce cevherinin bulunduğu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. O’na ümmet olmanın heyecânı içinde apayrı bir edep ve tâzîm gösterilmelidir.
Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“…İbrâhim -aleyhisselâm-’ın Mekke-i Mükerreme’yi harem (bölgesi) kılması ve onun için duâ etmesi gibi ben de Medîne-i Münevvere’yi harem bölgesi kıldım…” (Buhârî, Fezâilü’l-Medîne, 6; Müslim, Hac, 462)
Ravza-i Mutahhara’nın Goncası Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, canlarımızdan, mallarımızdan, evlâtlarımızdan, hâsılı her şeyden daha çok sevmeliyiz. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın “habîbim” hitâbına ve iltifâtına yalnız O mazhar olmuş ve bu muhabbet ümmete de emredilmiştir. Nitekim Kâdı İyâz -rahmetullâhi aleyh-, Tevbe Sûresi’ndeki:
“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, kabîleniz, biriktirdiğiniz mallar, durgunluğa ve iflâsa uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler, size Allâh ve Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihâd etmekten daha sevimliyse, Allâh’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allâh, ona itaatten çıkan bir milleti doğru yola ulaştırmaz.” (et-Tevbe, 24) âyet-i kerîmesinden yola çıkarak:
“Allâh, ümmete kendi sevgisiyle birlikte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmeyi de farz kılmıştır.” demektedir.
Bir varlığa duyulan sevgi ve muhabbet, bu muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan şeylere de sirâyet ve in’ikâs eder. Meselâ Uhud’u yüz binlerce dağdan ayırıp sevimli kılan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ona olan husûsî muhabbetidir. Bu yüzden Medîne-i Münevvere’ye varıldığında Uhud’a muhabbet dolu nazarlarla doya doya bakmak îcâb eder. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” (Buhârî, Cihâd, 71) buyurmuştur.
Medîne-i Münevvere, hicretten evvel “Yesrib” adında sıradan bir şehirken onu “Medîne-i Münevvere” yapıp bütün ümmete sevimli kılan, onun Peygamber Efendimiz’e nisbeti ve O’nunla ilgili zengin hâtırâlarıdır. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönlünde hiçbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun, zikredildiği her ân Hazret-i Peygamber’i hatırlatmasındandır.
Aynen bunun gibi Allâh’ı sevmek de, Peygamberimiz’i sevmeyi ve O’na tâbî olmayı gerektirir. Bunun için Cenâb-ı Hak:
(Rasûlüm!) De ki: Siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur.
Aynı şekilde Allâh Rasûlü’ne tâbî olma husûsunda gayret sarf etmek ve O’nun muhabbetinin heyecânını duyabilmek de kişiyi Allâh’ın sevdiği kullardan olma şerefine nâil eder. Nitekim ashâb-ı kirâm, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ha­kî­ka­ti­ne yak­la­şa­bil­mek için O’nun rû­hâ­ni­ye­ti et­râ­fın­da âde­tâ per­vâ­ne olup O’nda fâ­nî ol­ma­yı dün­yâ­nın en bü­yük nî­me­ti bilmiş ve bu sû­ret­le ilâ­hî lu­tuf­la­ra nâil ol­muş­lar­dır. Bu yüzden has­ta ve gâ­fil kalb­le­rimizin en mü­es­sir der­mâ­nı, Rasûlullâh’a olan mu­hab­bet ve O yüksek karaktere hayranlık netîcesinde meydana gelen“sünnete ittibâ”dır.
Bu itibarla hiçbir şey, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgisinin önüne geçmemelidir. Ne oturduğumuz ev, ne âilemiz, ne çoluk-çocuğumuz, ne de işimiz-ticâretimiz!..
Zîrâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müşfik bir annenin evlâdına olan düşkünlüğünden daha büyük bir muhabbetle biz ümmetine kol-kanat germiş, ömrü boyunca da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşamıştır.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ashâbına buyuruyordu ki:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî,Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Nitekim Refîk-ı Âlâ’sına da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek göç etti.
Son nefesinde; “Ben sizi havz-ı kevserimin başında bekliyor olacağım…” diyerek bizlere olan muhabbet, şefkat ve düşkünlüğünü ifâde buyurdu.
Kısacası Cenâb-ı Hakk’ın:
“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, saâdetinizi cidden istiyor; mü’minler için yüreği rikkat ve merhametle çarpıyor!”(et-Tevbe, 128) buyurduğu üzere, hayatı boyunca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ağlaması, gülmesi, üzülmesi, sevinmesi, duâ ve ilticâsı, hep biz ümmeti için oldu. Hattâ Mîrac gibi özel bir anda dahî bizleri düşündü, bizler için çırpındı…
O öyle bir rahmet ummânıdır ki, O’nun hürmetine; zulüm, şirk ve isyan dönemlerinde bile Mekke’ye göklerden bir belâ yağmadı, bir musîbet inmedi. İlâhî intikam tecellî etmedi. Çünkü içlerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vardı. Bu gerçeği Allâh Teâlâ şöyle ifâde buyurur:
(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)
Ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’den Medîne’ye hicret edince durum değişti. Müşriklere semâvî belâlar inmeye başladı. Büyük bir bereketsizlik ve kıtlık başgösterdi. Semâya baksalar gözleri kararıyor, açlıktan başları dönüyordu.
Bu demektir ki, kimin gönlünde Hazret-i Peygamber muhabbeti yer etmişse Allâh o gönle azâb etmeyecektir. Müşriklere bile O’nun hürmetine merhamet eden Allah, O’nu seven, O’nun aşkını bir ömür kalbinde taşıyan ve O’nun Sünnet-i Seniyye’sinden ayrılmayan kimseyi hiç ateşinde yakar mı? Ancak kimin gönlünde de O Hidâyet Güneşi yoksa azaptan kurtulamayacaktır.
Hakk’ın huzûrunda ve ömrü boyunca bizi dilinden ve gönlünden hiçbir zaman düşürmeyen Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aynı aşk ve muhabbetle mukâbele edebilmek, O’na ümmet olma şerefine nâil olan her sevdâlı kalbin birinci vazîfesidir.
Fakat bu, “gönlümde” demek ve öyle farz etmekle olabilecek bir keyfiyet değildir. “Seven, sevdiğini taklîd eder ve onu çokça dile getirir.” hükmünce Peygamber âşıklarının alâmeti, her hâllerinde O’nun hâlini yansıtmalarıdır. Bir de O’na çokça salât ü selâm getirmeleridir…
İşte Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in böyle şânı yüce bir Server-i Âlem olması sebebiyle İmâm Mâlik Hazretleri’ne göre, O Varlık Nûru’nun Kabr-i Şerîf’inin bulunduğu yer, Kâbe’den bile daha kudsîdir. Çünkü bütün kâinât, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve O’na ithâf edilmiştir.
Ayrıca hadîs-i şerîfte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Beni vefâtımdan sonra ziyâret eden kimse, sanki beni hayâtımda ziyâret etmiş gibidir!”(Dârekutnî, Sünen, II, 278)
Ancak bu ziyâret esnâsında edebe riâyet pek mühimdir. Zîrâ hakîkî istifâdenin ilk şartı edeptir.
Nitekim bir gün İmâm Mâlik Hazretleri mihraptayken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur mescide geldi. Bazı suâller sordu. Aralarında ilmî bir müzâkere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansur, konuşmanın seyrine kapılıp sesini yükseltince İmâm Mâlik Hazretleri:
“–Ey Halîfe! Burada sesini alçalt! Zîrâ Allâh’ın ihtârı senden daha fazîletli insanlar üzerine indi…” diye îkâz etti.
Şâhid olduğu bu yüksek edeb karşısında Halîfe:
“–Ey İmâm! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu. 
İmâm Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:
“−Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?! O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a vesîlesidir. Bilâkis sen, Peygamber Efendimiz’e yönel ve O’nun şefaatini iste ki, Allâh Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..”[5]
Bazıları bu hakîkate âmâ davranır ve hacıları Ravza’ya döndürmezler. “Selâm ver, geç; kıbleye dön!” derler. Oysa Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayy, yâni diridir. Zîrâ nasıl ki şehidlerin ölmeyip yaşamaya devam ettikleri bir hakîkatse, onların fevkinde olan peygamberlerin ve bilhassa Âlemlerin Efendisi’nin de müstesnâ bir dirilik içinde olduğu muhakkaktır.
Abîde es-Selmânî, “tâbiîn” neslinin önde gelen fakih ve muhaddislerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in vefâtından iki yıl önce müslüman oldu, fakat O’nu görme bahtiyarlığına eremedi. Abîde’nin şu sözü, ilk müslümanların Efendimiz’e duyduğu sevgiyi pek güzel anlatır:
“Yanımda Rasûlullâh’ın bir tel saçının bulunması, benim için dünyânın bütün servetinden daha değerlidir.” (Ahmed, III, 256)
Meşhur İslâm âlimi Zehebî de, Abîde es-Selmânî’nin Peygamber sevgisini dile getiren yukarıdaki sözlerini okuyunca, duygularını şöyle dile getirmiştir:
“Rasûlullâh’ın bir tel saçını, insanların sâhip olduğu bütün altın ve gümüşlere tercih eden Abîde’nin bu sözleri, doruk noktasındaki bir muhabbetin göstergesidir. O büyük âlim, Hazret-i Peygamber’in vefâtının üzerinden yalnızca elli sene geçmişken böyle söylerse, O’nun irtihâlinden yedi yüz sene sonra biz, O’nun bir tel saçını veya pabucunun kayışını yâhut da su içtiği toprak kabın bir parçasını elde edecek olsak, acabâ ne söylememiz gerekir?
Şâyet zengin bir adam, servetinin büyük bir kısmını böyle bir şeyi elde etmek için sarf etse, sen ona servetini saçıp savuran veya akılsızca para harcayan biri gözüyle mi bakarsın?
Hayır, hayır! Rasûlullâh’ın mübârek elleriyle yaptığı Mescid-i Nebevî’sini ziyâret edebilmek, O’nun azîz şehrinde Hücre-i Saâdet’inin yanı başında kendisine selâm verebilmek için varını yoğunu harcamaktan çekinme!
Medîne’ye vardığında O’nun sevgili Uhud’una doya doya bak ve onu sen de sev! Çünkü Uhud Dağı’nı Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- çok severdi. O’nun Ravza’sına ve oturup kalktığı yerlere defâlarca giderek rûhunu kana kana doyurmaya gayret et! Zîrâ Kâinâtın Efendisi olan O Zât’ı canından, yavrundan, sâhip olduğun her şeyden, kısacası bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil bir mü’min olamazsın…” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, IV, 42-43)
İslâm târihinin sahâbe ve tâbiîn devrinden sonra en ihtişamlı safhasını teşkil eden ecdâdımız Osmanlı, pâdişâhından çobanına kadar bütün halkının eşsiz bir Peygamber muhabbetiyle temâyüz ettiği bir toplum idi:
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, her adı anıldığında salât ü selâm getirmenin yanında, ihtirâm ile elini kalbine götürmek, O’nun mevlid-i şerîfi okunurken velâdet ânını ifâde eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız hürmet ve muhabbet tezâhürünün en mükemmel örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki pâdişâhlar, bir örf hâline getirerek ortaya koymuşlardır. Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tâzelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur.
Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tâmirinde her taşı, büyük ve küçük abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlılar’ın bu tâmir esnâsında çekiçlerine keçe bağlayarak rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı tedirgin kılmaktan teeddüb etmeleri, misli görülmemiş birer edeb ve hürmet numûnesidir.
Yine Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye müteveccihen gelen sürre alayı, şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne-i Münevvere’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işâretle huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar, ziyâretlerini îfâ ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifâ ve teberrük olarak Medîne-i Münevvere’nin mübârek toprağını götürürlerdi.
Osmanlı pâdişâhlarının, zamanının portreleri demek olan minyatürlerinde sarıklarının ucundaki sorgucun bir süpürge maskotu olduğunu acabâ kim bilir? Bununla Harameyni’ş-Şerîfeyn’in süpürgecisi olduklarını telâkkî ederler ve Harameyn’in süpürgecilerinin maaşlarını, bizzat kendi servetlerinden verirlerdi.
Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den muazzez bir hâtırâ olarak saç ve sakallarının mübârek tellerinin, câmî minberlerinde kırk bohça içinde saklanıp “sakal-ı şerîf” adı ile asırlardan beri ümmete bir bereket ve rahmet olması, ne büyük bir muhabbet ve ihtiram numûnesidir.
Esâsen Osmanlı’nın o kudsî beldelere hürmet ve edebi, tâ pâyitahtta başlar. Öyle ki, o zamanlar hac yolculuğunda Avrupa kıtasından Asya’ya geçişteki ilk yere “Harem” ismi verilmiş ve Harameyni’ş-Şerîfeyn’in mâneviyat ve edebine daha orada bürünülerek yola çıkılmıştır. Ve o yolda gaflet ifâde eden hiçbir hareket tasvip edilmemiştir.
Bu meyanda şâir Nâbî’nin 1678 yılında devlet adamları ile beraber çıktığı hac seferindeki hâtırası pek ibretlidir:
Nâbî, o yolculukta bir paşanın, ayağını gafleten Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur na’tini yazmaya başlar.
Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:
Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..
“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”
Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..
“Ey Nâbî! Bu dergâha edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.”
Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, hemen müezzini bulur:
“–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar.
Müezzin:
“–Bu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyâmızda bize;
«–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!.» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik…” der.
Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şöyle der:
“–Demek ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana «ümmetim» deme lutfunda bulundu! Demek ki, İki Cihan Güneşi beni ümmetliğe kabûl buyurdu!..”
İşte hac ve umre ibâdetinde en mühim husus, bu yüksek duygularla o topraklara giderek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyâret ve Beytullâh’ı tavâf etmektir.
Hâsılı, bütün ibâdetler gibi hac ve umre ibâdetlerinin de, ind-i ilâhîde makbûl olabilecek bir kıvamda edâ edilmesi, kâmil bir îman ve irfân ufkuna bağlıdır. Hac ve umreyi “mebrûr” vasıfta îfâ edebilmek de, günahlardan temizlenmeye ve Hakk’ın rızâsına vesîledir. Yâni bu ibâdetlerden arzu edilen netîce, onları ancak Hak Teâlâ’nın râzı olduğu kıvamda yerine getirebilmekle hâsıl olur.
Bu meyanda Şiblî Hazretleri’nin haccetmiş birine, haccın kalbî cihetine işâret ederek söylediği şu sözler, bütün hac yolcuları için çok ibretli bir îkaz ve irşad mâhiyetindedir:
“Hacca niyet ettiğinde, bugüne kadar işlediğin mâsıyetlere tevbe edip sırât-ı müstakîme yönelmediysen, hakîkatte niyet etmiş olmazsın.
İhrâm için elbiseni çıkarırken her mâsıyetten de soyunmadıysan hakîkatte elbiseni çıkarmış olmazsın.
Hac için guslederken bu temizlik, sendeki mânevî kirleri ve kalbî illetleri de temizlemediyse hakîkatte temizlenmiş sayılmazsın.
Harem-i Şerîf’e girerken bütün haramları ve Hak’tan uzaklaştıran her türlü söz ve davranışı terk etmeye söz vermediysen gerçekte Harem’e girmiş olmazsın…
Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen gerçekte kurban kesmiş olmazsın.
Şeytana taş atarken içindeki cehâleti ve vesveseleri de taşlayamamışsan, sende ilim ve irfan hâsıl olmamışsa hakîkatte taş atmış sayılmazsın.
Kâbe’yi ziyâret vesîlesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı, gönlün huzur ve sürûr ile doldu mu? Zîrâ hadîs-i şerîfte:
«Hacılar ve umre yapanlar Allâh’ın ziyâretçileridir. Ziyâret edilenin, kendisini ziyâret edene ikrâm etmesi, üzerindeki bir haktır.» buyrulur. Sen bu ikrâmı fark edemediysen hakîkatte ziyâret etmiş sayılmazsın…”[6]
Hülâsa, Şiblî Hazretleri’nin dikkat çekmek istediği husus:
“Haccı ve umreyi Allâh için tam îfâ edin!..” (el-Bakara, 196) fermân-ı ilâhîsine riâyettir.
Bütün güzellikleriyle edâ edilen bir hac dönüşü, hacıların memleketlerine götürecekleri en mühim hediyeler de o mübârek beldenin güzellikleri ve evvelden bu yana o güzellikleri yaşayarak arkalarında ibretli ve hikmetli hâtıralar bırakan sâlih kulların ahlâk-ı hamîdeleri olmalıdır.
Bu itibarla Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, bir gün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek onlara kâmil bir mü’minin gönül ufkunu sergileyen şu sualleri sorar:
“–Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medîne’nin hiç solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?..
Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebû Bekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin irfânı ve cihâdı var mı? Bugün bin bir ıztırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?”
Cenâb-ı Hak, cümlemize Harameyn-i Şerîfeyn’in rûhâniyetinden lâyıkıyla feyz alabilmeyi nasîb eylesin! Hassas ve rakîk bir gönül ile, hem rûhen hem de bedenen hac ve umre yapabilmeyi ihsân buyursun! Bu muhtevâda yaptığımız veya yapacağımız ibâdetlerimizi de makbûl ve mebrûr eylesin!..
Âmîn!..