22 Mayıs 2020 Cuma



SAHABE GİBİ NASIL YAŞARSINIZ?


Allah celle celalhutüm insanlığa örnek olması ve tıpkı bir numune gibi elle gösterilmesi için bir dönemin insanlarını özel olarak terbiye etti. Bu insanları, Peygamberimizin gözetim ve terbiyesine teslim ederek en güzel şekilde yetişmelerini sağladı. Onun gözetiminde yetişen bu nesil İslam’ı layıkıyla yaşadı ve tüm insanlığa örnek oldu. Allah o insanlardan razı olduğunu bildirdi, onların yaşadığı İslam’ı beğenerek tüm insanlığın tıpkı onlar gibi İslam’ı yaşaması gerektiğini söyledi. Bu eşsiz neslin adı seninde bildiğin üzere “sahabe” idi. Rabbimiz onlar gibi yaşamamız ve inanmamız gerektiğini şu ayeti ile bildirmiştir:

“Eğer onlar tıpkı sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar çıkmazdadırlar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitendir,  bilendir.” (Bakara Sûresi, 137)

 Ayette geçen “sizin iman ettiğiniz gibi”ifadesi ile muhatap tutulan kimseler sahabîlerdir. Rabbimiz kâfilerin doğru yolu bulabilmelerini onlar gibi iman etmeye bağlamıştır. Bizim de doğru yolu bulabilmemiz onlar gibi iman etmeye, onlar gibi İslam’ı yaşamaya ve hayata tıpkı onların baktığı gibi bakmaya bağlıdır.

İşte laf buraya geldiğinde şu soruyu sormamak mümkün değildir:

Acaba bu insanlar ne yaptı da Allah onları bu kadar önemsedi ve onları tüm bir insanlığa örnek gösterdi?

İşte bu soruya verilecek doğru cevap bizim de hayatımızı değiştirecek ve bizleri tıpkı Allah’ın razı oldum, dediği o insanlar gibi yapacaktır.

Unutmamak gerekir ki, onlar öyle bir nesildi ki, böyle bir nesil tarihin hiçbir döneminde bir daha ortaya çıkmadı. Her ne kadar bazı fertler onlar gibi olsa da topluca bir cemaatin onlar gibi olduğu neredeyse hiç görülmedi.

Acaba neden?

İşte bunun nedenini bulabilmemiz için onların İslam’a, Kur’ân’a ve Peygambere bakışını incelememiz ve nasıl bir yöntem uygulayarak bu kutlu makama geldiklerini tespit etmemiz gerekmektedir.

Ben burada Seyyid Kutub’un temas ettiği üç madde zikredeceğim ki, bu üç madde sahabeyi “sahabe” yapan etkenlerdir. Eğer bizde onlar gibi olmak istiyorsak bu üç maddeye dikkat etmeli ve içeriğini doğru bir şekilde doldurmalıyız.

1-Beslendiğimiz temel kaynağımız ne?

2-İslam’ın emir ve yasaklarını nasıl telakki ediyor, algılıyoruz?

3-İslam’la sereflendiğimiz anda eski yaşantımızı ne kadar terk edebiliyoruz?

Evet, bu üç maddenin cevaplarını doğru bir şekilde verir ve doğru olan cevapları hayatımızda uygularsak, inanın, bizde örnek bir nesil olacak ve 21. yüzyılın sahbîsi unvanına hak kazanacağız.

Şimdi tekrar bu maddelere dönelim ve tek tek onlara doğru cevapları bulmaya çalışalım:

İlk maddede beslendiğimiz temel kaynağın ne olduğunu sormuştuk. Evet, gerçektende bu dini doğru anlamada temel kaynağımız, kendisine müracaat ettiğimiz aslî dayanağımız nedir?

Sahabe neslinin temel kaynakları, fikirlerini, düşüncelerini, inançlarını, adet, gelenek ve göreneklerini kendisi ile değerlendirdikleri aslî müracaat kitapları elbette ki Kur’ân’dı. Onlar her şeylerini bu kitaba göre değerlendiriyorlardı. Tüm değer yargılarının, düşüncelerinin, fikirlerinin, iş, söz ve inançlarının sağlamasını hep ama hep bu kaynağa göre yapıyorlardı.

 Bu gün belki bizde aynı şeyi söylüyoruz. Bizde belki “Bizim kitabımız Kur’ân’dır, bizde tüm değerlerimizi, fikirlerimizi ve inançlarımızı ondan alırız, hayatımızı ona göre belirleriz” diyoruz; ama gerçek hayatta durum gerçektende söylediğimiz gibi mi, bunu düşünmemiz gerek.

Kimimiz falanca hocaların dediklerine göre, kimimiz filanca şeyhlerin söyledikleri ile, kimimiz de feşmekanların iddialarıyla şekillenmiş bir inanca ve hayat şekline sahibiz. Bir konu karşımıza geldiğinde “Allah ne buyuruyor” demeden önce, “üstadımız ne diyor” diyerek meseleye yaklaşıyor ve birilerini, adını öyle koymasak da −hâşâ− Allah’ın önüne geçiriyoruz.

Kur’ân ve sünnette her problemin ve her anlaşmazlığın çözümü olduğunu kesin olarak biliyoruz. Hatta Rabbimizin “Ey iman edenler… Eğer her hangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz,  Allah'a ve ahiret gününe iman etmişseniz onun hallini Allah'a ve Peygambere götürün…” (Nisa Sûresi, 59) ayetini duymayanımız yoktur. Ama örneğin, günümüzün en büyük problemlerinden birisi olan demokrasi meselesini ve insanoğlunun kanun yapma yetkisine sahip olup-olmadığını hiçbir zaman Allah’a götürmüyor ve “Rabbim, sen bu mesele hakkında ne diyorsun? İnsanoğlu senin kanunlarına aykırı kanun yapıyor, kitabını arkalarına atıyor, zinayı serbest, içkiyi mübah, kumarı normal addediyor; sen bu duruma ne diyorsun,  bundan razı mısın?” diye sormuyoruz.

Bu durumda nasıl oluyor da sahabe gibi temel kaynak olarak Kur’ân’ı kabul etmiş oluyoruz?

Bu bir çelişki değil mi?

İşin aslına bakılırsa biz her ne kadar “Kur’ân bizim kitabımızdır” desek de, vakıada aksi bir tavır içerisine giriyor ve falancaları, filancaları Kur’ân’ın önüne geçirerek sahabenin yapmadığını yapıyoruz.

Allah için söyleyin, insanoğlunun kanun yapma yetkisine sahip olup-olmadığını ne zaman Kur’ân’a sordunuz? Ne zaman Kur’ân’ı açıp da “Ya Rabb! Sen bu meselede ne diyorsun” diye bir araştırmada bulundunuz? Ama aynı siz belki bu konuyu onlarca hocaya, üstada veya önder kabul ettiğiniz insanlara sordunuz.

İşte sahabe ile bizi ayırt eden en temel nokta burasıdır. Onlar Ebubekir ve Ömer gibi insanları bile Kur’ân süzgecinden geçiriyor, hata ettiklerinde karşılarına dikilerek yanlış yaptıklarını söyleyebiliyorlardı. Peygamber Efendimizin amcasını oğlu olan İbn-i Abbas tartışmış olduğu bir gurup insana şöyle diyordu:

“Üzerinize neredeyse gökten taş yağacak! Ben ‘Rasûlullah şöyle buyuruyor’ diyorum, siz ‘Ebu Bekir şöyle dedi’ diyorsunuz.”

İşte onlar Peygamber Efendimizin sözünün üzerine söz söyleyen kimseleri böyle azarlıyorlardı. Öyle ki karşıdaki insanın elinde Ebubekir gibi büyük bir sahabînin sözü bile olsa!

Peygamberin sözüne bu kadar değer veren ve onu bu kadar önemseyen kimselerin, Allah’ın sözüne nasıl değer vereceklerini varın, siz düşünün.

Bu gün kendilerine “Allah Teâlâ şöyle buyurur, Allah’ın Rasulü şöyle buyurur” dediğimiz zaman bize “Cemaatimiz şöyle diyor, Üstadımız böyle diyor, maslahatımız bunu gerektiriyor” diyerek Kur’ân ve Sünnetle karşı karşıya gelenlerin durumu ne olur acaba?

Sahabeyi “sahabe” yapan unsurları konuşuyorduk. Onları sahabe yapan temel unsurun Kur’ân olduğunu anlattık. Peki onları “sahabe” yapan diğer husus neydi?

Onları sahabe yapan ve Allah’ın numune nesil olarak karşımıza çıkardığı insanlar haline getiren ikinci şey,İslam’ın emir ve yasaklarını tıpkı bir komutandan emir alan asker gibi telakki etmeleriydi. Onlar, Kur’ân’ı amele dönük olarak okudular. Kültürlerini geliştirmek, bilgilerini artırmak, malumatlarını çoğaltmak maksadıyla Kur’ân okumadılar. Verilen emirleri sorgulamadılar; anında pratiğe döktüler.

Sahi, savaşın en şiddetli anında kendisine emir veren komutanın direktiflerini sorgulayan ve bu nedenle kendisinden istenilen talepleri geciktiren veya yapmayan askere ne denir? Onun bu yaptığı makul müdür? Oysa iyi bir asker, komutanı kendisine “Yat” dediğinde yatan, “Kalk” dediğinde kalkan ve “Vur” dediğinde vuran askerdir. Bu emirleri sorgulamaya ve“Neden yatacakmışım? Burası yatmaya elverişli mi? Niçin vuracakmışım?” tarzında sorular sormaya başlayan asker, hem savaşın kaybedilmesine hem de kendisinden nefret edilmesine sebep olabilir.

İşte sahabe nesli tıpkı komutanının direktiflerini sorgulamayan ve kendisine verilen emirleri hemen yerine getiren asker gibi Kur’ân okudu. Bu nedenle de Allah’ın övgüsüne mazhar oldular.

21. yüzyılın müslümanları olarak bizlerde Kur’ân’dan istifade etmek istiyorsak, tıpkı bu örnekteki gibi Rabbimizin emirlerine sarılmalı ve O’nun direktiflerini sorgusuz-sualsiz tatbik etmeye koyulmalıyız. Bunu becerdiğimizde Allah’ın izni ile sahabe nesli gibi bir nesil olmaya hak kazanacak ve bu yüz yılda Rabbini razı eden cennete namzet Kur’ân hamilleri olacağız.

Onları sahabe yapan üçüncü husus ise, İslam’la şereflendikleri ilk anda eski yaşantılarını terk etmeleri ve önceki hayatlarına çizgi çekmeleriydi. Onlardan İslam’a giren bir kişi, İslam’ın kapı eşiğine geldiğinde cahiliyesindeki ve önceki hayatındaki tüm şeyleri oraya bırakır ve kapıdan yeni bir kimlik,  yeni bir hüviyetle içeri girerdi.

Bu gün ise durum bundan çok farklı. Bizler İslam ile müşerref olduğumuzda tüm adet, gelenek, görenek ve eski yaşam tarzımızı beraberimizde İslam’a sokuyor ve eski hayatımızla birlikte müslüman oluyoruz. Oysa sahabe nesli, önceki hayatlarında yaptıkları veya inandıkları her şeye şüpheli bir gözle bakıyor, onların üzerine siyah bir çizgi çekerek reddediyordu.

Etrafınıza bakın. Müslümanım diyen insanların birçoğunun şu cahiliye toplumundan ne farkı var? Onlarda adetlerini yaşıyor, Müslümanım diyenlerde. Onlarda geleneklerine bağlı, Müslümanım diyenlerde. Onlarda analarından, atalarından duyduklarını doğru kabul ediyor, Müslümanım diyenlerde. Durum böyle olunca gerçek İslam nasıl yaşanacak, sahabe gibi nasıl olunacak?

Oysa Allah Rasulünün hayatına baktığımızda daha davetinin ilk anlarından itibaren insanları, atalarından duyup-öğrendikleri şeyleri terk etmeye, adetlerini bırakmaya, geleneklerini atmaya ve hayatlarını yalnızca Allah’ın sözlerine göre yaşamaya çağırdığını görürüz.

Şu hâdise bu noktada çok önemlidir; iyi kulak ver.

 Peygamber Efendimiz Kureyş kâfirleri ile Hudeybiye antlaşma­sını imzaladığı günlerde Kureyşlilerin lideri olan Ebû Süfyan, bir ticaret kervanıyla birlikte ticaret için Şam’a gider. Mekke’den bir kervanın ülkesine geldiğini haber alan Rum imparatoru Herakleios, hemen kervandakileri huzuruna çağırtır. Kervan içerisinde Peygamber Efendimize soy bakımından en yakın Ebû Süfyan olduğu için tercüman vasıtasıyla sorularını ona yöneltir. Aralarında uzunca bir konuşma geçer. Ama konuşma içerisinde yer alan şu bölüm, Peygamber Efendimizin insanları neye davet ettiğini net olarak ortaya koyduğundan bizim için çok, ama çok önemlidir.

Herakleios Ebû Süfyan’a sorar:

  1. Peygamber olduğunu söyleyen o adam size neyi emrediyor? Ebû Süfyan cevap verir:
  2. Bize; yalnızca Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın, ataları­nızın söyledikleri şeyleri terk edin, diyor. Namazı, doğruluğu, iffeti ve akraba ile ilişkiyi sıkı tutmayı emrediyor…[1]

Ebû Süfyan’ın ifade ettiği şu söz çok önemlidir:

“Ataları­nızın söyledikleri şeyleri terk edin.”

O günlerde henüz iman etmemiş olan Ebû Süfyan, Peygamber Efendimizin davasının ne olduğunu çok iyi anlamıştı. Peygamber; tevhide, atalar dinini terk etmeye, adet, gelenek ve benzeri şeylerden uzak durmaya ve ahlak ilkelerine insanları davet ediyordu.

Maalesef o günün en azılı müşriklerinin bile rahatlıkla anladığı bu hakikati, günümüz insanı henüz anlayamamakta yahut bir yönüyle anlasa bile, bazı yönleriyle hakkıyla kavrayamamaktadır.

İşte kardeşim, buraya kadar anlattığımız şeylerle biz seni; Allah için sahabe gibi olmaya, hayatı onlar gibi yaşamaya, bakış açını tıpkı onlarınki gibi yapmaya, dine onların yaklaştığı gibi yaklaşmaya davet ediyor, cahiliyendeki bütün inanç, görüş, düşünce ve ahlaklarını İslam kapısının eşiğinde bırakmanı, bu akideye berrak ve pak bir şekilde girmeni istiyoruz.

Sen, etrafında bu bilinçteki insanların azlığından yakınma! Neden müslümanım diyenler böylesine berrak ve pak değil, diyerek ümitsizliğe kapılma! Bil ki her daim hakkın gerçek talipleri az olmuş, İslam’ı gerçek anlamda yaşayanlar yok denecek kadar az bulunmuştur.

Son olarak sana, Selef âlimlerinin en değerlilerinden birisi olan Fudayl b. Iyad’ın şu sözlerini aktarmak istiyorum. Belki bu sayede kalbin yatışır, için ferahlar ve yalnızlıktan dolayı alev alev yanan gönlüne bir su serpilmiş olur.

“Müntesiplerinin az oluşuna bakarak haktan uzaklaşma! Helak olanlarının çokluğundan dolayı da bâtıla aldanma!”

 

 

 

Faruk Furkan

(Lâ İlâhe İllallâh Ne Demek Biliyor musun?

adlı eserden alıntılanmıştır.)

 

18 Mayıs 2020 Pazartesi



Kadir Gecesi Kur’an’da belirtildiğine göre, içerisinde Kadir Gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır. Kur’an, Ramazan ayında (Bakara, 2/185) ve bu gecede indirilmiştir (Kadr, 97/1). Kadir gecesinin Ramazan ayında olduğu kesindir. Ancak hangi güne tekabül ettiği konusunda farklı rivayetler vardır.

Zirr b. Hubeyş anlatıyor: “Ubey b. Ka’b’a; (r.a.) İbn Mes’ud’un, (r.a.) ‘Senenin bütün gecelerini ihya eden kimse kadir gecesine tesadüf edebilir.’ sözünü hatırlattığımda, bana şu cevabı verdi: ‘Kendisinden başka ilah olmayan Yüce Allah’a yemin olsun ki, kadir gecesi Ramazan ayındadır.
- Kadir Gecesi ne yapmalı nasıl ihya edilmeli?
Kadir gecesi; Resûlullah’ın (s.a.s.) bize namaz kılmamızı emir buyurduğu gecedir. O da Ramazan’ın 27. gününün gecesidir. O gecenin alameti, o gecenin sabahında güneşin beyaz ve ışınları gözü almayacak şekilde doğmasıdır.’” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 179) Abdullah b. Ömer’den gelen bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kadir gecesini aramak isteyen 27. gecede arasın.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VIII, 426) buyurmuş, böylece 27. geceyi ibadet ve zikirle uyanık olarak geçirmemizi tavsiye etmiştir.
Kadir gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 179-180) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününün tek gecelerinde (Müslim, Sıyâm, 207) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivayetler de vardır (Müslim, Sıyâm, 205-206). Dolayısıyla Ramazan’ın son gecelerini Kadir gecesiymiş gibi değerlendirmek gerekir.



---
Kadir Gecesi, insanın, yaratıldığı günden beri kendisine sorduğu “Nereden geldim?” “Niçin geldim?” ve “Nereye gideceğim?” sorularına cevap veren Kur’an-ı Kerim’in indirildiği gecedir. Kur’an-ı Kerim’in 97. Sûresi olan Kadir Suresi’nde Kur’an’ın bu gecede indirildiği ve bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu ifade edilir. Ramazan ayının içinde olduğu kesin olarak bilinse de hangi gecesi olduğu net bir şekilde bildirilmeyen bu geceyi ihya etmek, içinde kadir gecesi olmayan bir ömrü ibadetle geçirmek gibidir.
Hz. Peygamber bu geceyi ihya etmeleri için ailesini ve ashabını teşvik etmiş, bu gecenin özellikle de ramazanın son on veya yedi günündeki tek gecelerde aranmasını istemiştir. Kendisi de Ramazan ayının son on gününü camide itikâfla geçirerek Kadir Gecesi’ni ihya etmek için azami gayret göstermiştir. Müslümanlar olarak bu geceyi, kaza ve nafile namazlar kılarak, Kur’an okuyarak geçirmek önemli olduğu gibi, hayat rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim’in mesajlarını yeniden düşünmek ve hayatımıza bu mesajların ne kadar yansıdığını muhasebe etmek de oldukça mühimdir.


ANNE VE BABANIN GÖREVLERİ



       İslâm'a göre anne ve baba çok büyük bir makama sahiptir. Allah Teâla, Peygamber ve Masum İmamlarımız onlarca ayet ve hadiste onlar hakkında çeşitli tavsiyelerde bulunmuşlardır. Onlara ihsanda bulunmak ve iyilik etmek en üstün ibadetlerden sayılmıştır. Örneğin; Allah Teala İsra suresinin 25. ayetinde şöyle buyuruyor: “Rabbin, ondan başkasına ibadet etmemenizi ve anne ve babaya iyilikte bulunmanızı emretmiştir.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Amellerin en üstünü üç şeydir: 1- Günlük beş vakit farz namazları fazilet vaktinde yerine getirmek. 2- Anne ve babaya ihsan ve iyilikte bulunmak. 3- Allah yolunda cihat etmek.”(1)
       Şimdi şu soruyla karşılaşmaktayız: Anne ve baba bu yüce makam ve mevkii neden ve nasıl elde etmişlerdir? Acaba Allah Teala bu yüce makamı sebepsiz mi, yoksa yapmış oldukları değerli bir iş karşılığı mı onlara vermiştir? Anne ve baba çocuklarına hangi büyük hizmet karşılığında bütün bu (ayet ve hadislerdeki) tavsiyelere layık olmuşlardır? Baba cinsel içgüdüsünün tahrik olması ile yaşayan bir hücreyi annenin rahmine bırakmıştır. Bu yeni hücre, annenin rahminde anne tarafından salgılanan bir hücre ile birleşmiştir. Bu yeni varlık, annenin rahminde gelişmekte ve dokuz ay sonra küçük bir bebek şeklinde dünyaya ayak basmaktadır. Anne ona süt ve yemek vermiş, bir müddet altını değişmiştir. Bu zaman zarfında baba ise ailenin harcını temin etmiş ve onları himaye etmiştir.
Acaba anne ve babanın bu gibi işlerden başka vazifesi yok mudur? Ve sırf bu işler sebebi ile mi yüce annelik ve babalık makamına nail olmuşlardır? Acaba sadece anne ve baba mı çocukları üzerinde hakka sahiptir ve çocukların anne ve babanın üzerinde hiç mi hakları yok? Hiçbir kimsenin böyle tek taraflı bir hakkı kabul edeceğini zannetmiyorum. Masum İmamlardan gelen hadislerde çocukların da bazı hakları olduğu ve anne-babanın o hakları yerine getirmeleri gerektiği zikrolunmuştur. Örneğin:
       Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuş: “Babanın senin üzerinde nasıl hakkı varsa, çocuklarının da hakkı vardır.”(2)
Yine Resul-i Ekrem’den (s.a.a) şöyle nakledilir: “Çocuk itaatsizlikten dolayı nasıl anne ve babasını incitiyorsa, anne ve baba da kendi vazifelerini yerine getirmedikleri taktirde çocuklarını incitmiş olurlar”.(3)
       Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah, çocuklarının anaya ve babaya itaatsizliğe uğramasına sebebiyet veren anne ve babaya lanet etsin.”(4)
       İmam Seccad (a.s) da şöyle buyuruyor: “Çocuğunun hakkı; ister iyi olsun, ister kötü senden dünyaya geldiğini ve sana nispeti olduğun göz önünde bulundurman ve onun terbiyesi ile vazifeli olduğun bilmendir. Allah'ı tanımada ona kılavuz olmalı ve Allah'a itaat etme hususunda ona yardımcı olmalısın. Senin çocuğuna karşı davranışın, ona iyilikte bulunduğu takdirde mükafatlandırılacağına ve kötülükte bulunduğunda da azaplandırılacağına yakini olan bir şahısın davranışı gibi olmalıdır.”(5)
       Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki: “Sakın aile ve akrabalarının bedbahtlardan olmasına sebep olanlar birisi olmayasın!”(6)
Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Çocuklarınıza iyilik etmelerinde yardımcı olun, isteyen herkes çocuklarından anne ve babaya itaatsizlikleri uzaklaştırabilir.”(7)
       Resul-i Ekrem (s.a.a) buyuruyor ki: “Herkesin bir kızı olur, onu iyi terbiytet eder, öğretiminde rolü olur ve rahat etmesi için gerekli ortamı temin ederse o kız çocuğu onu cehennem ateşinden kurtarır.”(8)
Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”(9)
Çocuk hayatının başlangıcında henüz şekillenmemiş olup hem saadet ve hem de bedbahtlığa kabiliyeti vardır. Kamil bir insan olabileceği gibi alçak ve düşük bir hayvana da dönüşebilir. Herkesin saadet ve bedbahtlığı onun eğitimine bağlıdır. Bu büyük iş, baba ve annelerin üzerine bırakılmıştır. Esasen annelik ve babalık da bu anlamdadır. Baba ve anne insan yapıcı ve kemal yaratıcısıdırlar. Anne ve babaların, çocuklarına karşı yapabilecekleri en büyük hizmet onları güzel ahlaklı, şefkatli, insan sever, hayırsever, özgür, cesur, adalet sever, bilgili, dürüst, şerefli, imanlı, vazifesini bilir, sağlıklı, çalışkan, okur-yazar ve Allah kullarına hizmet eden yetiştirmeleridir. Böyle bir adam hem dünyada saadete kavuşmuş olur, hem de ahirette. Böyle kimseler gerçekten hakkıyla yüce annelik ve babalık makamına layıktırlar, cinsel gücün cazibe ve tahrikiyle bir çocuk dünyaya getiren ve büyüyüp kendi kendisini eğitmesi için onu tek başına bırakanlar bu makama layık değildir.
       Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Babanın, çocuğuna verebileceği en iyi şey edep ve terbiyedir.”(10)
Bu hususta özellikle annenin özel bir önemi vardır; hatta, annenin hamilelik döneminde yediği şeyler ve davranışları çocuğunun sadet ve bedbahtlığında etki bırakır.
       Resulullah (s.a.a) şöyle buyurur: “Asıl mesut olan, saadetinin temeli annesinin rahminde atılmış olandır, bedbaht ise, bedbahtlığı annesinin rahminde yaşadığı dönemde başlayan kimsedir.”(11)
       Resul-i Ekrem (s.a.a) bir yerde de buyuruyor ki: “Cennet anaların ayakları altındadır.”(12)
Çocuklarının eğitim ve öğretimine ilgi göstermeyen, aksine yanlış hareket ve davranışlarıyla çocukları saptıran, bedbaht eden anne ve babalar onlara karşı en büyük ihaneti etmişlerdir. Niçin çocuk yaptınız? Ve niçin bir hayvan yavrusu biri onu kendisine bıraktınız? Masum yavrucağız kendisini dünyaya getirmenizi mi sizden istemişti?! Siz onu dünyaya getirdiğinize göre şeran ve vicdanen onun eğitim ve öğretimine ilgi duymak zorundasınız. Buna binaen, eğitim ve öğretim her anne ve babanın en büyük vazifesidir.
       Ayrıca, anne ve babalar topluma karşı da sorumludurlar. Bugünün çocukları yarının erkek ve kadınları olacaklardır. Yarının toplumu bu fertlerden oluşacaktır.  Bugün aldıkları her dersi yarın vereceklerdir. İyi terbiye edilmiş olsalar yarının toplumu da iyi, ileri ve mükemmel olacaktır. Eğer bugünün nesli doğru olmayan ve yanlış programlarla eğitilecek olursa gelecek toplum daha bozuk bir toplum olacaktır. Yarının siyasî, ilmî, içtimaî şahsiyetleri işte bu kişilerden oluşacaktır.
Bugünün çocukları geleceğin anne ve babaları ve kendi çocuklarının eğiticileri konumunda olup iyi veya kötü eğitimlerini kendi çocuklarına aktaracaklardır. Bu ahlaki davranışları nesilden nesile ulaşacaktır; öylese anneler ve babalar geleceğin toplumunu ıslah edebilecekleri gibi fesada ve çöküşe da çekebilirler. Bundan dolayı topluma karşı çok büyük sorumlulukları vardır. Eğer çocuklarının eğitim ve öğretiminde çaba harcalar ise toplum en büyük hizmeti etmiş olurlar ve bu fedakârlıkları karşısında mükafatlandırılacaklardır. Ama eğer bu hususta gaflet ve tembellik ederlerse sadece kendi masum çocuklarına değil, topluma da hıyanet etmiş olur ve kesin olarak Allah katında da sorgulanmaya tabi tutulurlar.
        Eğitim ve öğretim mevzusunu küçümsememek gerekir. Bir anne ve babanın, çocuğun terbiyesinde göstermiş olduğu fedâkarlık yüzlerce öğretmen, mühendis, doktor ve bilim adamının işinden daha değerlidir. İnsan-ı kamili yetiştiren ve dindar öğretmen, doktor ve mühendisi meydana getiren anneler ve babalardır. Özellikle anneler, çocuğun eğitiminde daha fazla sorumludurlar ve eğitimin ağır kısmı onların sırtına yüklenmiştir. Zira çocuklar, şekillenme döneminde olan küçük yaşlarında genelde annelerinin yanında olup onun eteğinde yetişmektedirler. Binaenaleyh, insanların saadet ve bedbahtlığının ve yükselme ve alçalmalarının anahtarı annelerin elindedir. Kadının değeri avukatlık, bakanlık ve müdürlük gibi makamlarla değildir. Bu makamların hepsi yüce annelik makamından aşağıdır. Anneler kâmil insanlar yetiştirerek, salih bakan, avukat, müdür, öğretmen vb... meydana getirerek topluma sunarlar.
       Temiz, salih ve değerli çocuklar eğiten anne ve babalar, sadece çocuklarına ve topluma hizmet etmekle kalmayacak, kendileri de bu dünyada onların varlığından iyi bir şekilde istifade edecekledir. İyi evlat, anne ve babasının başının yüksek olmasına sebep olduğu gibi, onların zayıf ve  aciz oldukları ihtiyarlık zamanlarında da onlar için adeta bir asa ve dayanak olur. Eğer onların eğitim ve öğretimlerinde çaba sarf ederlerse bu dünyada zahmetlerinin meyvesini alacaklardır. Aynı şekilde; eğer bu hususta gaflet ve tembellik edecek olurlarsa bu dünyada zararlarını göreceklerdir. 
Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Kötü evlat, insanın en büyük musibetlerdendir."(13) 
       Yine Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki: "Kötü evlat anne ve babanın şerafetini yok eder ve geriye kalanları rezil eder."(14)
       Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Çocuklarının, kendilerine karşı saygılı olmalarına sebep olan anne ve babaların üzerine Allah'ın rahmeti olsun."(15) 
Öyleyse, anne ve baba olan kimseler çok ağır bir sorumluluk altına girmektedirler ve Allah'a, mahlukata ve çocuklarına karşı mes'uldurlar. Eğer doğru bir şekilde vazifelerini ifa ederlerse onlara en büyük hizmeti etmiş olurlar, dünyada ve ahirette de çok iyi bir mükafata ulaşırlar. Aynı şekilde, eğer bu hususta gereken zahmeti göstermezlerse, hem kendileri ziyana uğramış olacak hem de çocuklarına ve geleceğin toplumuna hıyanet etmiş olacak ve affedilmez bir günaha duçar olacaklardır.


9 Mayıs 2020 Cumartesi

Bedir Savaşı




Müslümanların ilk savaşı olan Bedir Savaşı, 624 yılında yapılmış olup zafer elde ettikleri ilk savaş olma özelliği taşımaktadır. Medine ile Mekke arasında yer alan Bedir mevkiindeki Bedir kuyularının başında Müslümanlar ile Müşrikler arasında gerçekleşmiştir. İşte Bedir savaşı tarihi, özeti, neden ve sonuçları hakkında tüm detaylar.
H. Peygamber’le Mekkeli müşrikler arasında yapılmış, Hz. Peygamber’in askeri dehası, stratejisi ve savaş taktikleri sayesinde zaferle sonuçlanmıştır. 

Bedir Savaşı Tarihi
Müslümanlar ile Müşrikler arasında yapılmış olan ilk savaş olma niteliği barındıran Bedir Savaşı 624 tarihinde gerçekleşmiştir. Bedir savaşında Müslümanların sayısı 305-313 civarında, müşriklerin sayısı ise 1000 kişi olarak bilinmektedir.
Savaş Mekke ve Medine şehirleri arasında bulunan Bedir mevkiindeki Bedir kuyuları başında olmuştur. Bedir Savaşı, Müslümanlarla Müşrikler arasında gerçekleşen ilk savaş olması bakımından büyük önem taşıyor. Ayrıca Müslümanların Müşriklere karşı ilk zafer elde ettiği savaştır.

Bedir Savaşı Özeti
Hz. Peygamber ve beraberindeki Müslümanlar Mekke'deki artan Müşriklerin baskıları üzerine Medine şehrine hicret etmişlerdir. Mekke müşrikleri Medine şehrinde de Müslümanları zor duruma düşürmek amacıyla ekonomik ambargo uygulamışlardır. Bunun beraberinde Müslümanlara çeşitli baskılar uygulayarak yalnızlaştırma çabası içinde olmuşlardır.
Mekke şehrinden Medine şehrine hicret etmek durumunda kalan Hz. Muhammed ve beraberindeki Müslümanları zor duruma düşürmeyi amaçlayan Mekkeli müşrikler, Müslümanların hicret ederken geride bıraktıkları malları satma kararı aldı. Şaş şehrine gönderilecek olan bir kervanla birlikte Müslümanlara ait olan malları da göndererek satmayı kararlaştırmışlardır. Yapılacak olan bu ticarette elde edilen gelirle de Müslümanlara karşı savaşacak bir ordu kurmayı planlamışlardır.
Hicret ederken geride bırakmış oldukları malların yağmalanarak Şam şehrine gönderileceğini öğrenen Müslümanlar, Şam şehrine gidecek olan bu kervanın yolunu kesmek amacıyla bir sefer kararı almışlardır. Düzenlenecek olan bu sefer sayesinde hem kendi mallarını geri almayı hem de Mekkeli Müşriklere gözdağı vermeyi amaçlamışlardır.
Ancak Müslümanların gerçekleştirecekleri bu seferin bilgisini alan Müşrikler, Müslümanlara karşı savaşacak 1000 kişilik bir orduyu hazır etmişlerdir. Mekkeli Müşrikler 624 tarihinde 1000 kişilik bir orduyla Bedir mevkiine gelmişlerdir. Müslümanların sayısı ise 305- 313 civarındaydı.
Her iki taraf da Bedir kuyuları başında karşı karşıya gelmiş ve savaşmışlardır. Gerçekleştirilen bu savaş Müslümanların üstünlüğüyle son bulmuştur. Bedir Savaşının kazanılmasında Hz. Ali ile Hz. Hamza'nın göstermiş oldukları kahramanlıkların önemi çok büyük olmuştur.
Bedir Savaşının Önemi
Bedir savaşı Müslümanların yapmış olduğu ilk savaş olmakla birlikte Hz. Muhammed komutasında kazanılmış ilk askeri zafer olma niteliği taşımaktadır. Elde edilen bu zaferle birlikte Müslümanların varlığı önemli bir güç kazanmıştır. Ayrıca bu savaşta elde edilen üstünlük sayesinde Müslümanlar geniş alanlara yayılma olanağı sağlamışlardır. Savaşta başarısızlığa uğrayan Mekkeli müşriklerin ise saygınlığı azalmaya başlamıştır.
Bedir Savaşından elde edilen zaferle Hz. Muhammed'in gücü ve kudreti daha da artmış ve Müslüman olmak isteyenlerin sayısında artış olmuştur. Savaş öncesinde ekonomik açıdan zor zamanlar geçiren Müslümanlar elde ettikleri zaferle birlikte ekonomik açıdan da rahatlamışlardır. Ayrıca Bedir Savaşı’ndan elde edilen zafer Müslümanların moral kazanmasını sağlamıştır.
Bedir Savaşında esir düşenler Müslümanlara okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmışlardır. Bu sayede Müslümanlar arasında okuma yazma oranın artması sağlanmıştır.
Bedir Savaşının Nedenleri ve Sonuçları
Mekke'deki mallarının yağmalanarak Şam’a gönderileceğini öğrenen Müslümanlar, Şam’a gidecek olan söz konusu kervanın yolunu kesmek amacıyla sefer düzenleme kararı vermişlerdir. Bu sayede kendi mallarını geri almayı ve Mekkeli müşriklere gözdağı vermeyi, hedeflemişlerdir. Bedir Savaşı Müslümanların Müşriklere karşı yapmış oldukları ilk mücadele olup ilk başarıyı sağlamış oldukları bir savaştır. Bu savaşın Müslümanlar açısından oldukça önemli sonuçları olmuştur. Bunlar;
 - Bedir Savaşı sonrasında Müslümanlar geride bıraktıkları malları tekrar ele geçirmişlerdir.
 - Fidye ödeyecek maddi gücü olmayan fakir esirler ise 10 Müslümana okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest kalmışlardır.
 - Savaşta elde edilen ganimetler savaşa katılanlar arasında eşit olarak dağıtılmıştır.
 - Esir edilen Mekkeli Müşrikler serbest kalabilmek için Müslümanlara fidye ödemişlerdir.

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Zekat



Mümin mali ve bedeni ibadetleri sırf Allah rızası için yapar. Bununla birlikte bedeni ibadetler gibi mali bir ibadet olan zekât ibadetinin de bireysel ve toplumsal hayatımız açısından birçok hikmet, hedef ve kazanımları vardır. Bunlardan bazılarını şöyle ifade edebiliriz:
Zekât her şeyden önce Allah’a ibadet ve kulluk eylemidir. Rabbin varlıklı kuluna emri, dinin beş temel esasından biridir. Çünkü zekât vermeyi emreden Yüce Allah’tır. Kulun görevi öncelikle emrolunduğu yükümlülükleri hakkıyla eda etmektir. Bu nedenle Müslüman kişi helalinden kazandığı mal ve servetini sırf Allah rızası için infak ederek kulluk borcunu ödemeli, böylece verilen her bir nimetin şükrünü kendi cinsinden yerine getirmelidir. Zekât da Allah’ın verdiği mal ve servete sunulan bir teşekkürdür. Kul, zekât ibadetini eda etmekle nimetin asıl sahibine karşı şükür borcunu ödemiş olur. Nimetlere şükretmek ise dünyada onları koruyup artırdığı gibi ahirette de sahibini ebedî mutluluğa eriştirir.
Zekât verme bilincinde olan kişi, zenginliğin ilahi bir sınav olduğunu, bugün sahip olduğu nimetlerin şükrünü eda etmezse yarın elinden gidebileceğini tefekkür eder. (İbrahim, 14/7.) Nice toplulukların şükürsüzlükten dolayı ellerindeki nimetleri kaybettiklerini aklından hiç çıkarmaz. (Sebe, 34/17.) Allah kendisine nasıl ihsanda bulunmuşsa, o da başkalarına öyle ihsanda bulunur. (Kasas, 28/77.)  Zekât alan kişi ise asıl nimeti verenin Allah (c.c.) olduğunu, ancak bu nimetin ulaştırılmasında varlıklı kişilerin vasıta kılındığını bilir. Yüce Allah’a karşı şükran borcunu ödemesinin yanı sıra, kendisine nimeti ulaştıran kimselere de sevgi ve saygı duyar. Sevgili Peygamber'imiz (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Kalpler iyilik yapana karşı sevgi duyar, kötülük yapandan da nefret eder.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VI, 481, 8983.)
Şayet varlıklı kişiler cimrilik eder, zekât ve sadakalarıyla muhtaçları görüp gözetmezlerse, o takdirde kimi yoksulların öfke ve hasetlerinin tahrik olmasına sebebiyet vermiş olurlar. Peygamber'imiz (s.a.s.) değişik hadislerinde bu konuda ümmetini uyarmışlardır: “Cimrilikten sakının, çünkü sizden öncekiler cimrilik sebebiyle helâk oldular. Cimrilik onları, vermemeye sevk etti de vermediler, akrabaya iyiliği kesmeye sevk etti de ilişkilerini kestiler, (mal toplamak için) günah işlemeye sevk etti de günah işlediler." (Ebu Davud, Zekât, 46.) “Cimrilikten sakının. Çünkü cimrilik, sizden öncekileri birbirlerinin kanını dökmeye ve kendilerine haram kılınanları çiğnemeye sevk ederek helâk etti.” (Müslim, Birr, 56.) 
Bu bakımdan İslam’ın beş temel esasından biri olan zekât ibadeti, fertleri mala karşı aşırı düşkünlük ve cimrilik hastalığından koruyup cömertlik erdemine kavuşturduğu ve onları manen arındırdığı gibi aynı zamanda muhtaçların kin, nefret ve hasetlerinden de korur.
Cömertlik erdemine ve paylaşım ahlakına sahip olan müminler ise sadece kendileri için yaşamaz, başkaları için de fedakârlıkta bulunurlar. Sahip oldukları mal varlığını gerek zorunlu olan zekâtla, gerekse sadaka şeklindeki diğer gönüllü yardımlarla ihtiyaç sahibi mümin kardeşleriyle paylaşır, onlarla aralarında merhamet, meveddet, muhabbet ve güven bağları kurarlar. Zira gerçek Müslüman bencil olamaz ve “Ben tok olayım, başkasının açlığı beni ilgilendirmez.” diyemez. En yakınından başlamak üzere toplumun her kesimindeki muhtaçların acı ve ıstırabını yüreğinde hisseder.
Diğer yandan helalinden kazanılmış maldan hak sahiplerinin hakları zekât olarak verileceği için varlıklı kişinin mal ve serveti de manen temizlenecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e müminlerin mallarından zekâtlarını alarak onların kendilerini ve mallarını temizlemesi emredilmiştir: “Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Tevbe, 9/103.)  Bu ayette geçen temizliğin, bireysel, toplumsal ve mali yönden arınma şeklinde üç boyutunun olduğunu söylemek mümkündür. Zekât vermekle bunların hepsi gerçekleşir. Zekât kelimesi ifade ettiği temizlik, bereket, artma gibi esas anlamı itibarıyle öncelikle mal için manevi bir temizlik vasıtasıdır. Çünkü zekâtta fakir ve yoksulların hakkı vardır. (Zariyat, 51/19.) Bu yüzden varlıklı kişi toplumda yardıma muhtaç olanlara ödemekle yükümlü olduğu dinî/mali borcunu ödemedikçe sorumluluktan kurtulamaz ve helalinden kazandığı mal ve servetini ihtiyaç sahiplerinin haklarından arındıramaz. Peygamber'imiz (s.a.s.) bir hadislerinde, "Yüce Allah zekâtı ancak, sizin geride kalan mallarınız, servetleriniz tertemiz olsun diye farz kılmıştır." (Ebu Davud, Zekât, 32.) buyurarak zekâtı verilmeyen malın temizlenemeyeceğini, çünkü o malda muhtaçların haklarının bulunduğunu açıkça beyan etmişlerdir.
Zekât, kişisel, toplumsal ve mali yönden arınmaya vesile olmasının yanı sıra toplumda sosyal dayanışma ve sosyal güvenliğin sağlanmasına, hatta ekonomik yapının canlanmasına da katkı sağlar. Çünkü ihtiyaç sahipleri, kimsesizler, borçlular, zekâtla korunup desteklenmekte, böylece onlara sosyal güvence sağlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle zekât sayesinde toplumun varlıklı kesiminden yoksul kesimine doğru mal ve gelir transferi yapılmakta, alan ile veren arasında gönül köprüleri ve kalıcı dostluklar kurulmaktadır. Sevgili Peygamber'imizin, “Zekât, İslam’ın köprüsüdür” (Kenzü’l-Ummâl, VI, 293, 15758.) hadis-i şerifi de bu duruma işaret etmektedir.
Zekât, fitre, sadaka ve vakıf gibi müesseseler işletilerek toplumda açlık, yoksulluk ve fakirlik problemine de önemli oranda çözüm bulunabilir. Böylelikle farklı toplum kesimleri arasındaki nefret, kin, hırs, haset ve düşmanlık gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin yerini, karşılıklı anlayış, sevgi, saygı, toplumsal huzur ve barış alır. Yağmalama, hırsızlık, dilencilik gibi insan onurunu rencide eden birçok olumsuz tutum ve davranışın önüne geçilir. Toplumda mala ve cana karşı işlenen suçlar azalır, böylece can, mal, nesil ve servet korunmuş olur.
İktisadi açıdan da zekât, servetin belli bir kesimin elinde dönüp dolaşan bir güç haline dönüşmesini engelleyen en önemli araçlardan biridir. Çünkü zekât, serveti sadece zenginlerin ellerinde bir güç olmaktan çıkarıp fakir ve muhtaçların istifadesine sunmakta; böylece insanların alım güçlerini artırarak ekonomik hayatı canlandırmakta; mal ve hizmet üretimini teşvik ederek istihdama olumlu katkı sağlamaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir)…” (Haşr, 59/7.) Ayet-i kerimede geçen “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin” ifadesi, toplum olarak elde edilen ve üretilen mal ya da servetin belirli kişilerin ellerinde tedavül edip kalmaması, sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılması gerektiğini vurgulamaktadır. Zekât ise burada dile getirilen hedefin gerçekleştirilmesinde ve servetin tabana yayılmasında en etkili araçlardan biridir.
Görüldüğü gibi İslam, bir taraftan meşru yollardan çalışmayı, kazanmayı ve üretmeyi esas alırken diğer taraftan da başta zekât olmak üzere çeşitli yardım vasıtalarıyla ihtiyaç sahiplerine maddi destek sağlanmasını öngörür. Tevbe suresinde bu konu açıkça ifade edilmektedir: "Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar, bir de (özgürlüğüne kavuşturulacak) anlaşmalı köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmış yolcular içindir…” (Tevbe, 9/60.) Böylece kendilerine zekât verilmesi emredilen bu sınıfların hepsi, İslam’ın yaşandığı bir toplumda sosyal güvenceye kavuşmuş olmaktadır.
Ayrıca İslam’da veren el alan elden daha hayırlıdır. Daha hayırlı bir konuma yükselmek isteyen müminlere zekât ibadetiyle âdeta şu mesaj verilir: “Helal yollardan çalışın, üretin, kazanın ve bir gün siz de veren el, hayır hasenat yapan el olun. Günde beş vakit namazınızı eda ettiğiniz gibi hiç olmazsa yılda bir kez de zekât ibadetini eda ederek sosyal ve ekonomik sorumluluklarını yerine getiren, fakir fukarayı, garip gurebayı, yetim ve öksüzü sevindirip onların yüzlerini güldüren, dualarını alan müminler kervanına siz de katılın da ömür boyu zekât ibadetinden mahrum kalmayın.” 
Özetle ifade edecek olursak;
Zekât, dinen zengin olan Müslümanın zimmetinde bulunan ve ihtiyaç sahiplerine ait olan bir haktır. Allah’ın verdiği mal ve servete bir teşekkürdür. Kul zekâtını vermekle nimetin asıl sahibi olan Yüce Allah’a karşı ibadet ve şükür borcunu ödemiş, mal ve servetini ahiret yatırımına dönüştürmüş olur.
Zekât, fertleri mala karşı düşkünlük ve cimrilik hastalığından koruyup cömertlik erdemine kavuşturur; kulun gönlünü manevi kirlerden, servetini de ihtiyaç sahiplerinin haklarından arındırır.
Zekât, fitre, sadaka ve vakıf gibi müesseseler işletilerek toplumda açlık, yoksulluk, fakirlik ve dilencilik problemine büyük oranda çözüm bulunabilir. Böylelikle can, mal, nesil ve servet güvenliği sağlanmış olur.
Zekât ve sadakalar sayesinde, İslam toplumunun varlıklı kesiminden yoksul kesimine doğru mal ve gelir akışı sağlanır; alan ile veren arasında sevgi bağı ve gönül köprüleri kurulur, kalıcı dostluklar inşa edilir.
Mali bir yükümlülük olan zekât, kardeşlik ve paylaşma duygularını geliştirir. Zekâtını veren zengin, servetini mümin kardeşiyle paylaşmanın hazzını ve huzurunu yaşar. Böylece zekâtın tam olarak verildiği toplumlarda huzur hâkim olur. Yoksul ise zengin kardeşinin malına kötü gözle bakmaz, o malı kendi gözü ve malı gibi koruyup kollar.
Zekât, serveti zenginlerin elindeki bir güç olmaktan çıkarıp fakir ve muhtaçların da istifadesine sunarak ihtiyaç sahiplerini sevindirdiği gibi; insanların alım güçlerini artırıp ekonomik hayatı canlandırır; dolayısıyla mal ve hizmet üretimini teşvik ederek istihdama olumlu katkı sağlar. Piyasadan çekilmiş olan mal ve serveti yeniden ekonomiye kazandırır.
İslam’da veren el alan elden daha hayırlıdır. Daha hayırlı bir konuma yükselmek isteyen mümin, zekât bilinci sayesinde kendisi de helâlinden çalışıp kazanmaya ve üretken olmaya gayret eder.
KAYNAK: DİYANET HABER